26 Şubat 2011 Cumartesi

Che ya da Feyyaz...

Yıllar önceydi. Bir akşam uzun zamandır görmediğim annemleri ziyarete gittim. Gece, o zamanlar 12 yaşlarında filan olan kardeşimin odasını paylaştık. Yerimi yadırgadığım için sabah ezanında uyanmışım. Evdekileri uyandırmamak için kalkamadım tabii ve yatağımda, sessizlik içinde beklemeye başladım...

Sıkıntıdan yıllar önce benim, artık kardeşimin olan odamızı incelemeye, burada geçmiş yıllarımı, gençliğimi, anılarımı düşünmeye başladım. Benden sonra pek bir şey değişmemişti. Köşede eski bir büfe, üstünde yattığımız karşılıklı iki çekyat, yerde çocukluğumdan beri kullandığımız Isparta halısı ve boyaları dökülmüş duvarda bir benim, bir de Che'nin gençlik fotoğrafları...

Tek değişiklik ikisinin ortasına özenle asılmış büyükçe bir posterden yarısı ayakta, yarısı oturarak bana bakan, üstlerinde siyah beyaz çubuklu formalarıyla Beşiktaşlı futbolculardı...

Ben de Beşiktaşlı sayılırdım ama o zamanlar futbolla da, futbolcularla da pek aram yoktu. İçlerinden bir tek arada bir üniversitede gördüğüm Metin Tekin''i tanıdım. Tam posteri incelemeye başlamış, futbolculara, formalarına filan dalmıştım ki, bir anda içim ürpererek tam karşımda yatan kardeşimi fark ettim. Bana doğru yan yatmış ve gözleri açıktı. ne bir kıpırtı, ne de bir hayat belirtisi olmadan öylece bana, aslında beni de aşıp ötelere bakıyordu. Nasıl korktuğumu anlatamam...
Uzun süre hareket edemeden, bir tek kelime söyleyemeden, aklıma gelen bin bir kötü düşünceyle bekledim. Ve sonunda kendimi toparlayıp usulca "Cemil" diyebildim. Cemil bir ölünün canlanışı gibi yavaşça kıpırdadı ve daldığı yerden sıyrılıp sessizlikte fısıldadı.

"Efendim abi " Rahatladım. "Napıyorsun sen, uyumuyor musun?"

"Yok abi..."

"Oğlum n''oldu, korkutma beni, sabahın bu vaktinde ne düşünüyorsun?" Cemil biraz bekledi ve seslendi "abi, Feyyaz na'pıyordur şimdi?"

Che kıskanırdı.

Cemil''in ne kadar kendine dönük, ne kadar saf bir çocuk olduğunu biliyordum, ama duyduğuma yine de inanamadım uzun süre cevap veremeden öylece yüzüne baktım sonra başımı kaldırıp duvardaki postere... Önce bu Feyyaz'ın, bu siyah beyaz çubuklu formalının içlerinde hangisi olduğunu bulmaya, sonra da bir futbolcu parçasının beni, belki Che'yi bile kıskandıracak bir biçimde bir çocuğun kalbine, düşlerine, hayallerine böylesine nasıl girebildiğini anlamaya çalıştım... Ama bunu anlamak zordu. Hele benim gibi kendini beğenmiş bir solcunun anlaması daha da zordu. Çünkü bunu anlamak için maç sabahları erkenden ve kalbin ağrıyaark uyanmak gerekiyordu. Sıkıntı içinde, sinirle maç saatini beklemek, çubuklu olmasa bile siyah ya da beyaz bir forma giyip kar demeden, çamur demeden yollara düşmek gerekiyordu. Bunu anlamak için Dolmabahçe'ye yakınlaşıp tezahüratları duyduğunda panik olmak, geç kaldım endişesi ile adımları sıklaştırmak gerekiyordu. Bunu anlamak için yağmurda bilet kuyruğu beklemek, en acısı yemeden içmeden bütün hafta biriktirdiğin harçlıklarınla açlıktan da olsa bir bilet alıp İnönü'de mümkünse Kadıköy''de ya da başka bir yer, mesela İzmir'de, bir FB maçında Beşiktaşlı bir taraftar olmak gerekiyordu...
Neyse Cemil şimdi 30'un üstünde. İşsiz. Onun bu Feyyaz sevgisi yetmezmiş gibi üstüne bir de Sergen Yalçın, Tümer Metin, İlhan Mansız ve Pascal Nouma sevgisi de eklenince kaldıramadı çocuk kendisi de çok çekti, bize de çok çektirdi. Beşiktaş'ta oynayabilmek için çok ter döktü, çok çalıştı, stad kapılarında ömrünü yedi. Ama bu a...na koyduğumun hayatı fenere''e bir gol atma fırsatı vermedi çocuğa. Olsun hiç önemli değil. İyi, dürüst ve namuslu bir adam oldu cemil. Hiç yoldan çıkmadı. Bendeniz abisi, arkadaşları ve ailesi onu seviyor. Ama bu aralar sabahları pek erken kalkmıyormuş. Duyduğuma göre 4 Mayıs sabahını bekliyormuş...

Madem bu hikâyeyi anlattım şunu da eklemeden geçemeyeceğim. Biz, Cemil büyüdükten sonra birbirimize ilk kez İnönü'de, kapalıda, bir FB maçında Carew gol attığında uzun uzun sarıldık ve ikimizde neredeyse ağlayacaktık.

Büyük Beşiktaş’ımızın sevgili futbolcularına..."
Zeki Demirkubuz

25 Şubat 2011 Cuma

24.02.2011 D.Kiev4 - BJK0 UEFA E.League

Şubat ayında kazanmayı bir türlü beceremeyen Beşiktaş sonunda "kaybetmeyi" de unuttu. Adam gibi yenilmeyi bile beceremez oldu. Her ne kadar sağda solda "mucize" söylemleri bazı genç taraftarlara heyecan vermiş olsa da aklı başında kimse Kiev'den turla gelinmesini beklemiyordu. Ama en azından bir galibiyet ya da bir beraberlik hadi ondan da vazgeçtik istekli bir futbol ve mücadele olmasıydı hayaller. İlk maçtaki gibi erken yenilen gol zaten eksi 15 derecede titreyerek oynayan oyuncuların artık tamamen inancını kaybetmesine ve artık sadece hava şartlarıyla mücadele etmesine neden oldu. Resmin bütününde her hangi bir güzellik yok ama maçta "helal lan" dedirtecek bir Necip gerçeği izledik. Bu çocuk gerçekten önümüzdeki 10 sene boyunca Beşiktaşın ve Milli takımın ortasahasında vazgeçilmez bir isim olacağını dün birkez daha gösterdi. Oyunu 2 yönlü oynaması, temposu, tekniği ve işine olan motivasyonu inanılmaz. Dün akşam o sahada kafa olarak maçta kalmak ve bütün takım arkadaşların pes etmişken oyundan düşmemek imkansızdı. Ama Necip baştan sona çok iyi mücadele etti. Ona biraz İsmail'in eşlik etmesi de bir başka uzun vadeli umut ışığıydı. Ayrıca oyunun sonlarında izlediğimiz Onur üzerinde durulursa takıma katkı sağlayacak bir oyuncu izlenimi verdi.
Necipin yanında oynayan diğer 2 ön liberomuzu toplasan bir Necip etmediler. Ernst bu takıma geldiğinden beri hiç bu kadar kötü oynamamıştı. Sadece bu maç değil son bir kaç maçta bu böyle. Aurello desen, önceden oynayan ve oynatan olurken artık sadce oynatan oldu. Sadece diğer arkadaşlarının nereye pas atması gerektiğini göstermekle meşgul.
Guti kariyeri boyunca "winner" olan hatta ilk defa kupa 2yi Beşiktaşla gören bir dev. 20 yıllık futbol geçmişi genlerine kazanmayı işlemiş. Fakat şu an takımın içinde olduğu durum onuda mutasyona uğratıyor sanki. Bir süre sonra "yenilgiye olan başkaldırı" kodu genlerinden silinebilir. Fakat takımın en büyük yıldızı böylesine formalite olmuş bir maçta "türlü bahaneler bulmadan" ya da "bir önceki maç kasti kart görmeden" o sahaya çıktı ve 60dk da olsa birşeyler yapmaya çalıştı. Bu bir lütuf değil ama yıldız oyunculardan görmeye pek de alışık olmadığımız bir durum.
Bu sezon boyunca göz önünde olmanın, yüksek hedeflerle anılmanın yarattığı çok sıkıntılar çekti Beşiktaş. Kendi sahasında 4-1 yenilerek çıktığı şu maçta bile insanlar tur beklentisine girebildi. Oysa ilk maçtan 2-1 galip ayrılsa bile bana göre böyle bir deplasmanda %40 şansı olacaktı. Yani 17 Şubat'ta çoktan elenmişti bu kupadan. Bu yüzden bugün tek sıkıntı veren skorun farklı olması ve hala daha düşmeye devam etmek. Bakalım hangi maçta bu kabus sona erecek ve takım kazanma mayasını tutturmaya başlayacak...

21 Şubat 2011 Pazartesi

20.02.2011 BJK2 - FB4 ST Süper Lig

Fenerbahçenin yenilsede kaybedecek fazla birşeyi yokken çok şey kazandığı, Beşiktaş için ölüm kalım maçı olan ama Beşiktaşın öldüğü halde kaldığı bir maç izledik dün.
Herşey tepe taklak olmuş, kafalar darmadağın ve moraller yerlerde çıkılan bir derbi elbette Beşiktaş için silkelenme maçı olacaktı. Bu ruh hali genelde takıma "bir atımlık barut" kazandırır. Takım çıkar atışını yapar olursa 12den vurur, yok olmazsa 2. bir hamle yapması tekrar silkelenmesi çok ama çok zor olur. Çünkü çöküntünün yaratmış oldugu maç motivasyonu böyle bir şeydir. Oysa dün maç başladı ve Beşiktaş "bir atımlık barutu" elinde kala kaldı. Fenerbahçe özellikle Ekremin üzerine öyle hücumlar yapıyordu ki Beşiktaşın kafayı kaldırıp vurması mümkün olmamıştı. Dün "bir şeyler olacak" dedirten değişim 30dk dan sonra Beşiktaşın dizginleri ele gecirmeyi başarmasından sonra oldu. Bu herhangi bir maç için, her hangi bir derbi için "kafa kafaya" bir mücadele için doğal olabilir ama dünkü maçın seyrinde zaten maça motivasyonu zor olan bir Beşiktaşın 30dk baskı yedikten ve hatta 3.dk da golü yedikten sonra bunu başarabilmesi gerçekten şaşırtıcıydı.
Beşiktaş geriye düştüğü maçta her hangi bir özel kırılma anı yaşamadan yani rakip kart görmeden, sakatlık yaşamadan ya da kendi kalesine gol atmadan tamamen kendi oyununu rakibe kabul ettirmek suretiyle etkin olmuş ve "birazdan gol atıcam" demişti. Nitekim maça kötü başlayan Ekrem "kendinden beklenmeyen" bir vuruşla devreye Beşiktaşı skoru dengelemiş ve moralli olarak gönderdi. Bu motivasyonla 2. yarıya çıkan Beşiktaş o maçın başında bir türlü ateşleyemediği "bir atımlık barutunu" ateşlemiş, 2. golünü atmış ve üst üste goller kaçırmaya başlamıştı. Eminim tüm Fenerbahçeliler, hemde Aziz Yıldırım ve Aykut Kocaman dahil tüm Fenerbahçeliler dk 61de "sıçtık galiba bu maç farka gidiyo" demişlerdir. Tabi hiçbirinin aklına dk.62de yaşanacaklar gelmezdi gelemezdi. Böyle bir maçta üstelik bir takımın şampiyonluk diğerinin ölüm kalım maçı olarak gördüğü böyle bir maçta saha içi gerilim olması doğal karşılanabilir ama dün hiçte gergin bir derbi değildi oyuncular arasında önceden gördüğümüz hırlaşmalar kavgalar vs. yoktu. Yani nerden bakarsanız bakın "Beşiktaşını satan Ferrari"nin anlaşılacak, mazur görülecek kabullenilebilecek bir yanı yoktu. Pozisyon moleküllerine ayrıştırılıp incelendiğinde yorumcular hakemin kartını doğru penaltısını yanlış buldular ama klübesinde 3. bir liberosu olmayan takımda -neden?- göbekteki ikiliden birisi eksildiğinde skor değil 2-1, 3-1de olsa son yarım saatte Fenerbahçe rahatlıkla bunu çevirebilirdi. Yani hakeme "neden penaltı verdin" sorusundan önce 2 soru sorarım. Birincisi "Neden göz göre göre ceza sahasında rakibine dirsek attın Ferrari?" ikinciside "Yabancıya takılıp Sivoku klübeye almamış olabilirsin ama neden klübede genç bir libero bulundurmadın ey Schuster?" olur. Hakemin bunun dışında "şanına yakışmayan" uygulamalarıda olmuştu. Bildiğimiz Cüneyt Çakır bundan çok daha önce Lugano ve Ferrariye sarı kartlarını çıkarmış, Ekrem ve Gökhan Gönülü 2 sarıdan oyundan atmış olmalıydı. Ne olursa olsun sertlikten uzaklaşan mac Beşiktaşın avantajı olacaktı. Kendi standardının dısına cıkarak bu macta ilk defa sertliğe müsade eden hakemin bu değişik stilide anlaşılmazdı.
Dk 62den sonra motivasyonun verdiği viyagra etkisi yıkılmış bitmiş ve geriye "bir atımlık barutu ıslanmış" bir Beşiktaş kalmıştı. Bundan sonra maçın 4 5 6 olmasının artık önünde engel kalmamıştı. Yazık ki Beşiktaş ligde ilk defa Fenerbahceden bir maçta 4 gol yiyordu daha daha yazık ki aslında bu macı kendisi 4 gol atarak almak üzereydi.
İşte bunu gören ve çözebilen taraftar takımına sahip cıktı ve çokta doğru yaptı. Ölüm kalım maçında Beşiktaş "öldüğü" halde "kalmış" oldu. Tek sorun şu an tüm ülke medyası el ele vermiş Beşiktaşa saatte 4 yeni hoca getirip Schusteri ülkesine yolluyorlar...

18 Şubat 2011 Cuma

17.02.2011 BJK1 - D.Kiev4 UEFA E.League

Sepetteki yumurtalardan biri daha kırıldı..
Her ne kadar önümüzdeki seneler ile ilgili planlamaların içinde olduğu söylensede birilerinin gazıyla hep sevimli bir "DUBLIN" fantazisi kurdu yürekler. Hadi olmadı en azından bir M. City maçı, belkide turu hayal ettik. Bu daha gerçekti çünkü mazeretimiz çoktu takımın başında yıllar sonra ilk defa bize "Büyük Takım Gibi Oynama" vaad eden ve bunun ışıklarını gösteren bir hoca vardı, sezon başında ve ara transferde rakipleri öfkelendirecek kadar müthiş isimler kadroya dahil edilmişti. Tüm bu gerekçeler ışığında "çok değil" bir kaç tur daha geçmek hayali çokta boş sayılmazdı...
Fakat 1 aydır beklediğimiz maça dün akşamki şartlarda çıkacağımızı kimse öngöremezdi. Ligde hedeflerinden uzaklaşmış bir takımın lig maçlarına motive olamamasını anlamak mümkün fakat dünkü maçta yenilen ilk 3 gol gösterdi ki maça mental olarak hazırlanılamamış. Avrupada evinde üst düzey bir maç oynuyorusun ve yediğin 3 golde konsantrasyon eksikliği baş aktör... Neden?
Ankaragücü mağlubiyeti moralleri mi bozdu?
Schuster gerekli maç öncesi hazırlığı mı yapamadı?
Yoksa Pazar-Perşembe arasında akıllara bu maç kazınmalıyken takımda hocada, yönetimde, taraftarda oturup "bir delinin kuyuya attığı taşı"mı çıkarmaya çalıştı?
Bunu biraz düşüne durun biz maça geçelim...
Karşımızda mütevazi bir rakip yarısahasını kontrol altına alıyor -ki buna çok aşinayız-, etkili silahlarımızın topla buluşmasında faullere başvuruyor -eh buda çokça yaşadığımız bir durum- fakat bizim anadolu takımları kadar bile defansımızın arkasına sızmayı başaramıyordu. Bu konuda hiç bir tedbir almadığı idda edilen Schuster belli ki bu maçta defansta biraz daha derinlik oluşturmuş ve bu sorunu çözmüştü. Skor farklı olsaydı bugün "çok bilen" spor yorumcuları, "bak işte biz söyledik demekki böyle olunca defansın arkasına top atılmıyomuş" diyeceklerdi ve zaferden kendilerine pay çıkaracaklardı. Ama sadece kötülemeye endeksli eleştiri zihniyeti bugün Schusteri istifaya davet ediyor. Peki neden? Skor dışında sorun ne? Takım bir çok net pozisyona girdi, Yediği goller dışında pozisyon vermedi. Hatta yediği gollerdede pozisyon vermedi çünkü hepsi duran toptu. Schustere fatura edilecek tek şey "Kardeşim 3 gün önce soyunma odasında kavga çıkmış olabilir neden takımı kafa olarak bu maca hazırlayamadın" demek olabilir.
2korner 2 gol, 1 tane serbest vuruştan birde uydurma penaltıdan etti 4. İsmail yenilen 2 goldeki hatasını birşeyler yaparak telafi etmeye calışayım derken dahada batırdı, hücumda etkimiz artsın diye Hilberti ileriye sürelim dedik yerine koyduğumuz Erhan bu klüple hiç alakası olmadığını ispatladı, Quaresma çok hırslı çok istekliydi attığı ve ürettikleri belkide maça yetecekti ki takımın her duran toptan gol yiyeceği tuttu. İşte böyle bir maçtı...
Dönelim yediğimiz ilk 3 goldeki konsantrasyon sorununa. Herkes kendince gerekçeler bulmulştur. Hiç kusura bakılmasın ama ben o 3 golün tek suçlusu "İbrahim Üzülmezdir" diyorum. Öyle bir zamanda öyle bir iş yaptı ki.. Takım olmaya en cok ihtiyacımız oldugu anda takımın köküne öyle bir balta vurdu ki... Sami Yen de sağ ayağıyla attığı golün kemikleri sızladı...
En çok can acıtan bir sürü handikapın içinde ayakta durmaya calışan hocayı taşlayanların sayısı ve cesareti arttı. Halbuki ne değişti dünden bu güne? Sinan Engin 17de17 yapıcaz dedi diye sürreal şampiyon adayı ilan edildik ve olmayan bir sey kaçtı.. Devre arası flaş transferler yaptık diye -ki sadece birini avrupada oynatabilecektik- UEFA kupasını alma adayı ilan edildik dünde bu kaçtı. Yoktan hedef çıkarıp olmadı diye adamı yerden yere vuruyoruz. İşte bu çok canımı yakıyor...


14 Şubat 2011 Pazartesi

13.02.2011 A.Gücü1 - BJK0 ST Süper Lig

Sarı-Lacivert rakipler üçlemesinin belkide en kolay ilk ayağında kamyon devrildi. Geçtiğimiz hafta "Gutisizliğin" nelere yol açtığını gördüğümüz için bu maç öncesinde Gutinin oynamaması az da olsa endişeye sebep olmuş fakat rakibin nispeten güçsüz ve moralsiz oluşu belki bu eksikliği hissettirmez dedirtmişti. Fakat böyle bir rakip karşısında daha ayaklar kramponları ısıtmadan gol yediğinde Gutisizlik susuz kalmak gibi bir şey oluyor. Maçın bu kadar başında yenen golde bireysel ya da takım olarak yapılan hata mazur görülebilir. Fakat böyle rakipler karşısında maçın devamı çok sıkıntı verici olabiliyor. 50. sn. de golü atan Ankaragücü öyle bir topun arkasına geçti ki Beşiktaş korner kullanırken kale arkası tribününe giderler mi diye merak ettim. Her top kullanmaya çalıştığında kendi yarısahasında bekleyen rakip hızlı hücüm yapma şansını elinden alıyorsa, 2 sıra 5li duvar olarak kendi yarısahasınında yarısını parselliyorsa 3 şeye ihtiyacın vardır;
1 O kalabalık içine dikine oynayabilecek o riskli topları rakibe değil kendi hücumcularına ya da kanat oyuncularına atabilecek bir oyuncu (Guti)
2 Bu toplarla kalabalık defans içerisinde buluştuğunda sırtı dönük aldığı topu tutabilecek ve kaleye dönebilecek hücumcu (Bobo) kenarlarda buluştuğunda adam eksiltip sıfıra inerek etkili orta yapacak kanat oyuncuları (Quaresma,Simao)
3 Ceza sahası dışından çerçeveyi bulacak sert şutlar (Fernandes, Almeida) ve bunları takip edecek karambol golcüsü (Nobre)
Dakikalar daha sadece 5i gösterirken önümüzdeki tabloya baktığımızda "Bu maçta sabaha kadar gol olmaz" diyebilecek duruma gelmiştik. Elimizdeki malzemeye baktığımızda 1 ve 2. maddeleri uygulamamızı sağlayacak baş aktör Guti ve yardımcı oyunculardan Bobo, Quaresma sahada değil. Bu durumda takım olarak bu kapalı defans karşısında golü bulabilmek için 3. yola başvurabildik mi? Hayır tabiki... Almeida kapalı defans arasında sıkışıp kanada deplase oluyor Nobre forvet arkasında oynamaya "çalışıyor" tek işe yarar oldugu "karambol golcüsü" bölgesinden çok uzakta ve Fernandes hucum bolgesine fazla yaklaşamıyor. Dakikalar bu şekilde akıp giderken Schuster de ortasahada hücuma dönük pas eksikliğini görmüş, belkide burada Nobrenin 3 metre yanındaki arkadasına degilde rakibe pas atarak her topu kaptırdıgına delirmiş olacak Dk 30dan sonra Simaoyu bu bölgeye çekmeyi denedi. Fakat tatlı faullerle ve alan daraltarak yıldırılan takım bir türlü istediği pozisyonlara giremiyordu.
Takımda hücuma dönük üretkenliğin artması için Schusterin 2. yarıya müdahaleleri ile "en azından" gol pozisyonları görmeye başladık. Bunların en önemlisi sakatlıktan sonra takımdan kopan ve bir daha adapte olamayan emektar İbrahim Üzülmezi İsmaille değiştirmesi oldu. İsmail Schusterin sol bekteki 1. tercihi fakat hafta içi oynadıgı milli maç ve 4 gün sonra muhtemelen ilk 11de çıkacağı Dinamo Kiev maçını düsünerek bu "nispeten kolay" maçta onu dinlendirmek istedi. Bir başka değişiklikte Hücum bölgesinde top tutamayan sıkışıp çizgiye deplase olan Almeida yerine bu işi daha iyi yapabilecek Boboyu oyuna alması oldu. Bunun dışında Fernandesi biraz daha ileriye dönük oynatarak 2. yarıda beklenen pozisyonların gelmesini sağladı. Fakat yinede bunlar gol bulacak kadar net pozisyonlar olmadı. Top evelendi gevelendi %80 oynandı ama sonuçta "sıfır adet gol atma" başarısı gösterince yenilgi kaçınılmaz oldu.
Kimse çizgiyi geçen topumuza gol değil kararı vermedi, şutlarımız şanssızlık eseri direklerden dönmedi ve en önemlisi kimse "arkamıza top atamadı" demek ki bunlar olmadanda maç kaybedilebiliyormuş. Demek ki futbol duruma göre değişebilen, skora göre farklı gelişebilen, şartlara göre bambaşka oynanabilen bir spormuş. Kalkıp her maçtan sonra bir günah keçisi aramak ne kadar doğru biraz düşünmek lazım. Hocaya patlayanlara "Az bilenler için Schuster" başlıklı yazımı tekrar okumalarını öneririm. Orada bahsedilen "2 gün sonra işler kötü gitmeye başladığında" zamanı tam bu zamandır işte.

8 Şubat 2011 Salı

Yeni Borçlar Kanunu'nda Kira Hukuku

Kira hukuku 6570 sayılı kanun ile düzenlenmiştir. 6570 sayılı Kanun en çok eleştirilen kanunlardan biri olmuştur. Bunun sebebi ise adalet terazisinin kiracıdan yana ağır basmasıdır. Bu şekli ile baktığımız zaman kanun zayıf olan kiracıyı korumaktadır. Ancak bu korumanın da bir eşitsilik yarattığı aşikardır. Kabul edilen borçlar kanunu ile 6570 sayılı kanun hükümsüz hale gelecektir. Çünlü kira hukuku kabul edilen yeni borçlar kanunda düzenleme altına alınmıştır. Kiralayanlar bu yeni düzenleme ve değişikliklere epeyce bir sevindiler. Ancak anlaşılan o ki yapılan düzenlemeler beklentiyi tam anlamıyla karşılamamaktadır. Terazinin kantarının yine kiracıdan yana olmasına karşın kiraya verenin elini kolunu bağlayan bazı hükümler yumuşatılarak düzenleme altına alınmıştır.

Kiraya vereni biraz olsun rahatlacak iki konudan bahsetmek istiyorum.

6570 sayılı kanun ile düzenlenmiş olan, bir ev sahibinin kiracısını yanlızca kendisi, eşi veya çocuklarının mesken,işyeri veya sanat icrası ihtiyacı için tahliye imkanını verilmiştir. Bu düzenleme uygulamada birçok soruna neden olmakta idi. Örneğin bir dede torunana sahip olduğu bir daireyi kiracısını çıkartamadağı için kullandırtamıyordu. Ülkemizde özellikle çekirdek değilde geniş ailelerin daha çok varolduğu düşünülürse bu düzenlememinin değiştirilmesinin yerinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yeni düzelme ile bu sınırlama genişletilerek; kiraya verenin kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu kişiler, "altsoy" veya bütün olarak "üstsoy"u eklenmiştir. Sıkça duyduğumuz "kızım evlenicek çık" döneminden yeni bir döneme geçilmiştir. Bu dönem bazı çevreler tarafından "Evlatlığım oturacak çık" dönemi olarak da anılmaktadır.


Bir diğer konuda ihtiyaç sebebi ile tahliye edilen mesken veya işyerinin 3 yıl süre ile başkasına kiralanamayacığına ilişkin mevcut düzenlemeye ilişkindir. Bu düzenleme ile kanun koyucu kiralayanların ihtiyaç sebebini ileri sürerek kötü niyetli olarak kiracıyı kolayca tahliye etmesinin önüne geçilmesini amaçlamıştır. Bunun için de bir takım yaptırımlar öngörnüştür. Bunlar 6 aydan 1 yıla kadar hapis ve 3 yıllık kira bedeli tutarınca ağır para cezasıdır. Kanun koyucunun amacı doğru olmakla birlikte öngörülen yaptırımlar uygulamada eleştiri toplamıştır. Yapılan yeni düzenleme ile kiraya veren ev sahibi, söz konusu yasağa aykırı davrandığı takdirde, tahliye ettiği kiracısına, son kira yılında ödemiş olduğu bir yıllık kira bedelinden az olmamak üzere tazminat ödemekle yükümlü olacaktır. Getirilen yeni düzenleme kanunun ruhuna uymakla birlikte hem kiraya verenin hemde kiracının menfaatini karşılamaktadır.

Düzenlemelerin güncel bir çok soruna çözüm getireceğini söylemek mümkün fakat kabul edilen tasarı yürürlüğe girene kadar köprünün altından daha çok sular akacak gibi görünüyor.

7 Şubat 2011 Pazartesi

CAM

Bayan Şorombille karar aldık bu kışımızı sabote eden dizi manyaklığından biraz uzaklaşıp kendimize zaman yaratıcaz. Bütün hepsini eledik ama "Öyle bir geçer OSMAN ki..." ye kıyamadık. Osmansız akşamlarımızda o sinema senin bu oyun benim şu DVD kimin şeklinde iyice coştuk.
Bu coşkun vaziyetle geçen hafta CAM'daydık. Oyun küçük tesadüflerin, küçük tercihlerin, küçük hataların yol açtığı büyük sonuçları anlatan bir konu üzerine inşa edilmiş. Aklıma ilk olarak "Sliding Doors" ve daha sonra "Final Destination" filmleri geldi. Basit bir nüfus cüzdanı kaybolması ve onu her 2 perdede farklı bir karakterin bulmasıyla ortaya cıkan bambaşka 2 kader. Adamın ya da kadının araçta bekliyor olması "Sliding Doors" ta Gwyneth Paltrow'un metroyu kaçırması ve önünde "slide" eden "doors" gibi hayatının kaymasını andırıyordu. Ve tüm bunların müsebbibi olan CAM'ın açılmasıda küçük hareketlerin ölümcül sonuçlarını gözler önüne seren "Final Destination" serisi gibiydi.
Dolunay Soyserte "Yılın en başarılı kadın oyuncusu" ödülü kazandıran oyunda Deniz Çakırla yakın ama aslında çok uzak olan arkadaşlıklarını görüyoruz. Gerçekten yedikleri ayrı gitmeyen arkadaşlar arasında bu tip aşk üçgenleri yok değil. Ama asıl merak ettiğim günün 3te1 ini telefonda, 3te1 ini orda burda dedikodu yaparak geciren bu "yakın arkadaşlar" nasıl birbirlerinden bu kadar çok seyi saklamayı başarabiliyor. Bu da kadınlara has bir meziyet olsa gerek.
Oyuncu performanslarını birbirinden ayırasım gelmiyor ama ilk kez izlediğim Bülent Alkışı çok beğendim. Zaten karakterler içinde fazla arka planda kalacak bir rol olmadıgından her birini doya doya izledik. Ayrıca Levent Kazak'ta güzel süprizler ve karakterlere eğlenceli replikler hazırlamış. "Kim bunlar"dan kim kaldı şurda..
Belki küfürle fazla haşır neşir olduğmdan belki de hayatımda çok değişik ortamlarda bulunma şansım olduğundandır bilemiyorum ama sinema, tiyatro gibi sanat dallarında "edepli olma kaygısını" tasvib etmiyorum çünkü 2 yaşından beri birisi "şunu şunu yaparım" dediğinde yapamayacağını düşünüyorsam "bok yaparsın" diyorum ama televizyonda seyrettiğim filmlerde bu "boku" sansürlüyorlar. Adamın tam olarak " hassiktir ordan" demesi gerekirken adama "hadi ordan" dedirtiyorlar. Aynı şey değil aynı duyguyu vermez verse bile karakter buna müsait değilse veremez. Mehmet'e kamyon çarparken son sözü "hay aksi" olmaz oyundaki gibi olur. Bu sebeple oyundaki dil kullanımı beni tatmin etti. Fakat gerçek hayatında küfür etmeyen ya da edilen ortamlarda bulunmamış oyunculara küfür ettirmek hakikaten zor iş. Mesela Dolunay Soysertin "Sesin götüne kaçtı" demesi yavandı. Gemide filmini efsane yapan Erkan Can'ın efsane küfürleriydi. Çünkü o gemide o dil konuşulur ve o şekilde konuşulur. "Küfür koçu" mu olsam acaba ben "hay aksi"...

6 Şubat 2011 Pazar

Burası neresi??

Posted by Picasa

05.02.2011 BJK1 - Karabük1 ST Süper Lig

İnönüde ligin futbol oynamaya çalışsan ender takımlarından Karabük karşısında çıkarken Guti ve Aurello'nun yokluğunda takımın öne doğru nasıl oynayacağı merak konusuydu. Fernandes özellikle son mactaki parlak futboluyla bu bölgede etkili olması beklenen adamların başında geliyordu. Yine aynı şekilde son macta "Guti vari" paslar atan Ernst ile birlikte orta sahada sorunu çözülecek gibi duruyordu.
Maçın başlamasıyla bir an önce golü bulmak ümidile yüklenen Beşiktaş'ta Nobrenin 3. dk da kaçırdığı gol zor bir maçın gelişinin sanki habercisiydi.
İlerleyen dakikalarda maca konsantre olmayı başaran ve oynamak istediği futbolu tam anlamıyla sahaya yansıtabilen takım Karabük oldu. Bütün takım alan daraltıyor, sahayı çok güzel paylaşıyordu. Bunu kaytarmadan tüm takım olarak yaptıklarından fiziksel dengeleri bozulmuyordu. Kasap ruhlu diğer takımlardan alıştığımızın aksine onlar hücümda kaptırdıkları top sonrasında saçma sapan faullere başvurmuyor 5 - 6 oyuncuyla defansa hücümdan başlıyordu. Adeta Schustere "Hocam bak biz o dediğin şeyi yapabiliyoruz" diyorlardı. Kazanılan toplar Emenike ile buluşuyor ve Emenike de boş alan, dar alan, ortasaha, kanat, altıpas demeden topla buluştugu her pozisyonda defansa ecel terleri döktürüyordu. İbrahim Toraman gibi eski mantaliteli bir defans oyuncusunun tüm hırpalaması ona "sinek vızıltısı" gibi geliyor, omuzdu, itmeydi, çekmeydi banamısın demiyordu. Binbir güçlükle durdurulan bu atakların sonrasında top bir türlü olumlu olarak ileriye taşınamıyordu. Bu durum Schusterin neden Aurellodan vaz gecemediğini bir nebze olsun anlamamızı sağlamıştı. Ernst arkadan aldığı hemen her topta ensesinde baskıyı hissediyor ve bir türlü dönüp ileriye oynayamıyordu. Bu baskı en etkili silahlara topun aktarılmasını imkansız hale getirip kaptırılan topların Karabük adına ataklara dönüşmesine neden oluyordu.
10-55 dk lar arasında bu sekilde seyreden macta 55te gelen golle oyunun dengesi değişti. İlerleyen dakikalarda Quaresma takviyesi biraz daha vites büyütsede bu 1-1 in ötesine geçmeye yetmedi. Son dakilalarda baskı anlamında gereken herşey yapılmıştı. Üstelik Almeida'nın gol oğlu golüne "bitin oğlu" "üvey gol" muamelesi yapmış ve kaale almamıştı. Yani aslında bu mücadele galibiyetide getrirmişti ama "bit oğlu bit" ısrarla yok yok siz 1-1 berabere kalın diyordu.
Oyuncuları değerlendirirsek, Hakan biraz daha ısınmış gibiydi, defans göbeğindeki 2limiz kabus gibi bir forvet karşısında ecel terleri dökse de bundan çok daha kötü olmadığına şükredebiliriz. Sağ kanattaki 2li son maçtaki üretkenliklerinden uzak kaldılar. Aynı şekilde ortasahadan gelen top trafiği Karabük baskısıyla kesildiğinden sol kanatta çalışmaz oldu. Üzülmez bu yeni kadroya hala adapte olmaya çalışıyor ama sanırım bu formayı yavaş yavaş İsmaile kaptırmakta. İlk yarı genel olarak kötü olsakta Fernandesin oyundan uzak kalışı insiyatif almayışı belkide bu çöken iletişimin ana sebebiydi. Belki Fernandes biraz daha Ernste destek olsa ortasahada takımın yediği baskı biraz hafiflemiş olacaktı. Nobre son 2 maçtaki düşüşünden sonra maçın belkide en istekli en faydalı oyuncusu oldu fakat Almeida iki kanadı çökmüş takımda etkili olamadı. Topla buluştuğu noktalar onun stilinden çok Boboya uygundu. Yakaladığı bazı pozisyonlarda bocalaması akıllara Boboyu düşürdü. Skor olarak geriye düşüldüğünde hocanın müdahaleleri gecikmeden geldi. Necip ortasahaya Fernandesten daha fazla hareket getirdi. Quaresma ise hücum girişimlerinin artmasını ve takımın temposunu arttırmasını sağladı. Ama son dakikalardaki tüm bu hareketlilik sonucu değiştirmedi.
Onlarca kayıp puan var, ve hala devam etmekte. Kelle avcılarına verilecek tek bir kelle yok ortada. Böyle durumlarda suçlanacak birileri olmalı ama şu macta 45 cm içerden çıkan topu görmeyen bit oğlu bitten başka neye kızabiliriz? Kalan sağlardan kurduğumuz takım karşısındaki taş gibi takımı yenebilmek için elinden geleni yaptı, Schuster sahadaki takımının üretkenliği yeterli değil diye 2. yarı mantıklı oyuncu değişiklikleri yaparak rakip üzerinde gerekli baskıyı kurmaya çalıştı ve bir çok pozisyon yakaladı. Ama olmadı...
Bu bir şanssızlık mıdır?
O kadar çok oluyor ki "Evet" demeye dilim varmıyor...
Ama en azından artık bu son olsun..



2 Şubat 2011 Çarşamba

02.02.2011 BJK5 - GBB0 Ziraat TK

Federasyonun böyle bir eşleşme olabileceğini hesaba katmadan oluşturdugu saçma statü yüzünden Türkiye Kupası çeyrek finalinde bütün takımların kendi grubundaki takımlarla eşleşmesi sayesinde son 8 takımın en zayıfıyla oynayacaktı Beşiktaş. Bu hem 3 gün önce yediği dayaktan şans eseri kırıksız çıkan ama muhtelif yerleri morarmış yıldızları dinlendirme hem de yabancı engeli ve kadro genişliği sebebiyle oynayamayan oyuncuların durumunu görme fırsatı yaratıyordu.

Sahadaki değişik isimlerin başında uzun zamandır bir türlü 11 göremeyen Bobo vardı. "Golcü gol atıyorsa iyidir" gerçeğine kendini yaslamak için biraz fazla zorladı pozisyonları ama biliyoruz ki aslında Bobo bencilliğiyle ön planada olan bir golcü değil. İlk goldeki pozisyon alışı ne kadar muhteşemse karşı karşıya kaldıgında yaptığı gol vuruşu da o kadar kötüydü. Aslında Gutisiz bir maçta yeterince top alamayacak olması bir handikap gibi görünse de Bir diğer yeni ikili Ernst ve Fernandes Gutiyi aratmadılar. Öyle ki Bobo'nun attığı ilk golde Ernst'in pası tam bir "Guti" klasiğiydi. Hoca çift forvet tek önlibero yerine Necip'e de şans vererek ortasahayı kalabalıklaştırmış ve santra üzerinde etten bir duvar oluşturmuştu. Bir çok pozisyonda rakibin hızlı hücum girişimleri burada sonlandırılmış ve çok eleştirilen önde defans anlayışı baş ağrıtmamıştı. Yenilerden Ernst ve Fernandes in bu performansı hocayı tatlı bir sıkıntıya sokmuştur herhalde. Sahada ileri/geri iki yönlü harika işler yapan bir Fernandes vardı. Attığı gollerde pozisyon takibinin ürünüydü.

Bir diğer yeni 2'liyide sağ kanatta izledik. Ekrem ve Hilbertin bu kanadı kollektif olarak kullanması gercekten harika pozisyonlar üretmelerini sağladı. Aynı uyumu önceki maçlarda İsmail/Simao arasındada gördük. Önlü arkalı oynayan bu oyuncular birbirlerine destek verip güçlerine güç katıyorlar. Dün Hilbert uzun zamandır uzak kaldığı bölgesine dönmenin sevincini yaşar bir coşkuyla oynadı.

Cenkin sakatlanmasıyla birlikte 8 hafta boyunca futbol kariyerinin belkide son şansını bulan Hakan çok heyecansız ve isteksiz görünüyordu. Oysa bu fırsata öylesine ihtiyacı var ki eğer kendini gösteremezse kontratı bitene kadar sadece stepne olacak gibi. Malesef dün Hakan küskün, donuk, heyecansız bir yüz ifadesiyle sahadaydı. Sanki tanımadıgı insanların halısaha macını izlerken "hadi gel kaleye geç" denmiş yabancı gibiydi.

Quaresmanın maca yeterince motive olmadıgı hissediliyordu. Zaten zorluk ve önem derecesi düşük maçlarda dinlendirilmesi daha doğru bir tercih olacaktır. Dün Simao yerine Q7 dinlendirilebilirdi. Oyun anlayışlarına baktığımızda rakibin kasaplığı söz konusu olmadığı sürece Simao kolay kolay sakatlanmayacak bir stile sahip. Oysa Q7 toplu/topsuz çok agresif ve gereksiz bir pozisyonda kendini sakatlayabilecek potansiyele sahip. Mesela Rapid maçında yaşadıgı gibi bir sakatlık yaşaması çok olası. Zaten klübe de 2. yarının ortalarında böyle bir sıkıntıdan kaçarcasına onu kenara aldı.

Dün Beşiktaş'ın oynadığı bir elemenin ilk maçıydı. Bu sebeple ihtiyacı olan 2. maç için yeterli bir skord belki beklenti de bu yöndeydi ama gördüğümüz iştahtan anladıkki bundan sonra İnönü'de 23 Nisan şenliklerinde bile bol gol olacak...