11 Ağustos 2011 Perşembe

Futbol Asla Sadece Futbol Değildir (Simon Kuper)

Sadece tatillerde sadık bir okuyucu olmayı becerebilen biri olarak bu tatilimde okumayı sabırsızlıkla beklediğim bir kitap hakkında fazlasıyla pozitif önyargı sahibi olmuş ve onu okumaya, çok beğenmeye hazır bir haldeyken bu yaz bir başka kitabı okumam pek mümkün değildi. 93 yılında henüz 24 yaşındaki Simon bu kitabı yazmak için dünyayı gezmekteyken 17 yaşındaki Abidin yeni açığın en üst katında averajla kaçırdığı şampiyonluğun göz yaşlarını "şerefli ikincilik" mendiliyle siliyordu ve bugün Simonun satırlarını okurken ülkede "temiz kramponlar" soruşturması yapılmaktaydı. İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı üzerinden 17 sene geçse de tespitleri ve farklı bakış açılarıyla asla eskimeyecek bir kitap yazmış Simon Kuper.
Gezisinde Türkiye'ye ve Türk futboluna yer vermemiş olsa da ilerleyen yıllarda Milli Takımın ve Galatasaray'ın yakalamış olduğu çıkıştan olsa gerek 2003 yılında Türkiye'deki  bu ikinci basım için bir önsöz hazırlamış Simon. Henüz bu kitabı okumamışlara tavsiyem bu bölümü en sona bırakın ya da  sonunda tekrar okuyun.
Türklerin Avrupa tarzında futbol oynamaya başlamaları hikayesini Deniz Gökçe'den dinlemiş. Hani şu 84 Haziranında İspanya'nın son dakika golüyle Almanya'yı elemesinin ardından Jupp Derwall'in kovulması ve Türkiye macerasına başlaması ve Alamancı futbolcuların Galatasaray a ve dolayısıyla Türk futboluna kazandırılmaya başlaması hikayesini. Simon'a göre Türk futboluna kimlik kazandıran en büyük etken "batı" kafasıyla altyapı almış futbolcuların katkısı. Bence de inkar edilemez bir dönüm noktası ama Simon'unkide  biraz fazla bencil bir batılı yaklaşımı.  Aslında kendisi öyle objektif sayılacak bir yazarda değil. Anlattığı bir çok olayda kişisel takıntılarını ve yanlı bakış açısını görmek mümkün. Fakat bu benim daha çok hoşuma giden bir duruş. Futbolu gerçekten seven insan sahaya santra çizgisinden bakmaz, görüş ve tercih sahibidir. Yıllar önce renkli televizyonlarla ilk tanıştığımız günlerde  abimle komşuya iner Avrupa takımlarının maçlarını izlerdik. Hiç bir fikrimiz olmasa da birimiz kırmızıları birimiz mavileri tutardık. Futbol böyle bir şey işte.. Simon Uganda doğumlu, Hollanda menşeli, İngiltere'de büyümüş, Almanya ve Amerika'da yaşamış bir Yahudi olarak Almanlara karşı Hollanda, Arjantine karşı İngiltere, diktatörlere karşı "her şey" tarafıydı  ama bunlar bize anlattığı ülkelerde futbolun siyasete, hayata ve kültüre karışmışlığını anlamamıza engel teşkil edecek yanlılıklar olarak karşımıza çıkmıyor.
Gittiği ülkelerde futbol ile siyaset, futbol ile etnisite, futbol ile sınıf ayrımcılığı, futbol ile yeraltı dünyası, futbol ile cunta arasındaki ilişkileri ortaya koyan tespitler yapmış. Bir Türk olarak bunları okurken bir taraftan da ülkemizdeki benzer etkileşimleri yakalamak çokta zor olmuyor. 
 *****
Kitabı okuyan hemen herkesin en çok hafızasında yer eden hikaye Helmut Klopfleisch'in Berlin duvarı yüzünden çok sevdiği Hertha Berlin'e hasret kalması hikayesidir. Duvarın inşasıyla doğu Berlin'de kalan Helmut ve birçok Hertha taraftarı birkaç ay boyunca cumartesi günleri duvarın dibine kadar gidip birkaç yüz metre ilerdeki Hertha stadından gelen sesleri dinler ve gelen tezahürat seslerine duvarın arkasından tezahürat yaparak karşılık verirlermiş. Daha sonra Hertha olimpiyat stadına taşınınca aşklarını illegal örgütmüşçesine faaliyet gösteren "Hertha Derneği"nde yaşamaya çalışmışlar. Duvar  9 Kasım 1989'da yıkıldı Hertha'nın ligde yapacağı ilk maçta 50bin kişi tribünleri doldurmuştu. Üstelik bu bir 2. lig maçıydı... Bu hikaye bana takımına hasret bir ömür süren " Mehdi"yi hatırlattı.
*****
Rusya'da KGB'nin kulübü olan Dinamo Moskova ve Kızıl ordunun kulübü olan CSKA Moskova yapılanması nedense bana bizim ligimizdeki belediye takımlarını çağrıştırır. Belki İBB ile sürekli sorun yaşamamızdan dolayı bir önyargım var ama belkide haklıyım ve Belediyenin futbola dahli ait olduğu ildeki takımları desteklemekle kalmalı...
Ukrayna'da futbol diyince akla Dinamo Kiev geliyor.Ve tabi  Valeri Lobanovskinin 75-86 yıllarında takımı Avrupa Kupa Galipleri Şampiyonu yapan istatistiğe dayalı bilimsel çalışmaları... Loba'nın takımını izleyenler oyunculardan robotlar olarak söz edermiş. Felsefesini doğru kararlar veren doğru işler yapan bir takım yaratmak üzerine kurmuş. Ona göre bütün maç boyunca yaptığı hareketlerin %15i hatalı olan bir takım asla yenilmezmiş. Bu şekilde çalışmaların ilk örneklerini ülkemizde Ersun Yanal ile gördük. Loba kadar kapsamlı olmasa da istatistik biliminden futbolda istifade edilmesinin faydalı olduğunu eski kafalara ispatlamış oldu. Tabi bu istatistiki veriler bizim gibi CM fanatikleri için zaten kullanılmaması ahmaklık olan şeylerdi. Simonun Dinamo Kiev ile ilgili verdiği bilgilerden en dudak uçuklatanı kulübün gelir kaynaklarından birinin nükleer madde satışı olmasıdır herhalde. Bizim kulüplerimizde bir takım illegale mutlaka girmiştir ama bu derece hayvanisi olacağını pek düşünemiyorum doğrusu.
*****
Helenio Herrera "Catenaccio" adı verilen savunma futbolunun babası bu sisteme nasıl bulaştığını şöyle açıklamış; "1945 Fransa'daydım maçın bitmesine 15 dakika kala 1-0 öndeydik. Sol bek oynuyordum önümdeki arkadaşımın omuzuna dokunup benim yerime sen geç ben savunmanın arkasına geçeceğim dedim. O maçı kazandık ve ben teknik direktör oldum"  Herrera bu kabız sistemi iyice abarttı, arka arkaya Avrupa Kupaları kazandı ve sistem tüm dünyaya yayıldı. Bizde ülke olarak nasibimizi almakta gecikmedik tabi. Neredeyse 80li yılların sonuna kadar ülkede hücum futbolunun esamesi okunmuyordu. Arsız vicdansız kemik kıran savunmacıların arasından sıyrılmayı başarabilen teknik seviyesi yüksek bir kaç futbolcu tarihte efsane olarak yerlerini aldılar. Total futbolla tanışmamızsa çoook daha sonralarda oldu. Bundan sonrada artık küçük takımlar bile bu Catenaccio illetine benzer sistemler uygulamaz oldular.
*****
Afrika'da futbol ile büyünün birlikte anılması günümüzde olmasa da Simonun Afrikada olduğu günlerde çok normaldi. Takımların özel büyücüleri vardı. Geçtiğimiz senelerde Türkiye'de de benzer bir olay yaşanmıştı. Saraçoğlundaki kalelerden birinin arkasında "horoz bacağı!" gömülü olduğunu söyleyen büyücü bir kadın peydah olmuştu. Adı büyü de olsa, uğur da olsa, dini inanış ta olsa maneviyatın futbol içindeki yeri sanırım tartışılmaz. Bir Fener maçı öncesi kampta Mondragon'un dua için yaktığı mumlarla odasını ateşe verdiği anektodunu yıllar sonra Hasan Şaştan duymuştuk. Tabi bunlar Afrikada söz konusu olan büyünün yanında çok daha masum kalıyor. 
Afrika futbolunun sesini dolayısıyla Afrikanın sesini ilk duyuran "yılmaz aslanlar" olmuştu. 90 İtalya'da ve ardından 94 Amerika dünya kupasında renkli görüntüleri ve sürpriz sonuçlarıyla Kamerun hepimizin hafızalarına yerleşmişti. Hele hele 42 yaşındaki Roger Milla'nın gol sonrası köşe gönderine  gelip dans etmesi, Higuitayı çalımlayıp boş kaleye topu göndermeden önceki sırıtan ifadesi unutulacak cinsten değildi. Simonun Kamerun seferinin ardından yazıklarını okuyunca bu sevimli Milla ile ilgili tüm düşüncelerim değişti. Diktatör Biya'nın has adamı olan Milla 94Amerika ya giden Kamerun kadrosuna da hak ettiğinden değil bizzat "başkanın adamı" olarak tepeden inme girmişti. Aslanların genel direktörü olmuştu. Bu Biyanın tamamen onun için uydurduğu bir görevdi. Simon onunla röportaj yapmak için Omnisports stadına gittiğinde ormanlardan toplanmış ve buraya hapsedilmiş 120 pigmeye rastlamış. Milla onları bir turnuva için davet etmiş ama sonra hapsederek başlarına nöbetçiler dikmiş. Sözde onları kontrol etmek çok zormuş. Turnuvadan ziyade bir sirk gösterisi düzenler gibi bir vaziyet içerisindeki bu adamla ilgili tüm düşüncelerim birden tersine dönmüştü. Hiçbir zaman kurtulamayacakları bir yoksulluk kaderiyle yaşayan bir kıtada, dünyaya seslerini duyurmak için belkide tek vesile olarak gördükleri futbolu da diktatörlerin ellerinden alamayan bu insanlara üzülmekten başka yapacak bir şeyimizde yok maalesef.
*****
Diktatörler sadece Afrikanın sorunu değildi elbette. Bu konuda Güney Amerikada az sayılmazdı. Simonun  Arjantinle ilgili anlattıkları aslında bizimde yabancı olmadığımız askeri darbeler ve onların ülkedeki her alanı dolayısıyla futbolu etkilemesiyle ilgiliydi. 78 Dünya kupasına ev sahipliği yapacak olan Arjantinde 76da askeri darbe yaşandı. Tabiiki 78 şampiyonu olmak askeri cuntanın ihtişam gösterisi adına artık çok daha önemliydi. Halkın futbolla birlikte artacak vatanseverlik duyguları faşist bir yönetimin hareket kabiliyetini fazlasıyla arttıracaktı. Bu uğurda herşeyi yapmaktan kaçınmamışlardı. Arjantin 2. turda Peru'yla karşılaşacaktı ve en az 4-0 gibi bir skora ihtiyacı vardı. Yine askeri cuntayla yönetilen Peru fakir bir ülkeydi. Arjantin birden 35bin ton tahıl yardımı yapmaya karar verdi  bu arada Arjantin merkez bankasında dondurulan 50 milyon dolarlık kredi Peru'ya ödenmek üzere serbest bırakıldı. Sonuç mu? Arjantin 6 - Peru 0... Futbol o kadar etkiliydi ki Britanya ile devam eden Falkland Savaşının Mayıs 82de sonlanmasına da neden olmuştu. Zira savaş uzasaydı Arjantin 82 İspanya dünya kupasına katılım hakkından olacaktı.
Askeri cuntaların futbola "düşkünlüğü" ülkemizde de şahit olduğumuz bir durum. 80 ihtilali döneminde Sağ-Sol kamplaşmasını yıkmak için Kenan Paşanın futbolu kullanması o eskiden anlatılan "biz birlikte maç seyrederdik" konseptli stadyumların yerini mac öncesi önünde sabahlanılan taraflar arasında meydan muharebesine eş kavgalar olan stadyumları ve holiganizmi doğurdu. Artık gençler beden ve fikir güçlerini siyasi yolda değil futbol yolunda harcayacaktı. Bu sayede bedelini çok ağır ödeyeceğimiz bir apolitik toplum inşa ediliyordu. Çocuktum ama hatırlıyorum, o yıllarda derbi maçlar öncesinde çıkan kavgalarda "insan ölmesi" bugün doğuda çıkan çatışmalarda şehit vermemiz kadar kulaklarımızın alıştığı, kanıksadığımız bir vaka idi. Askeri cuntanın futbolu bu sekilde kullanması dışında direk etkileri de sözkonusu olmuştu. Başkentin futbol takımının birinci ligde olması gerektiğini savunan Kenan Evren, o dönemde ikinci ligde mücadele eden kulübün birinci lige çıkartılması talimatını verir. Türkiye Kupası'nı kazanan futbol takımının hangi ligde oynadığına bakılmaksızın birinci lige çıkartılacağına dair kanun düzenlenir ve Türkiye Kupasını kazanan Ankaragücü birinci lige çıkar. Bu olaydan itibaren 8 yıl daha yürürlükte kalan yasadan yararlanabilen başka bir kulüp daha olamadı. Kenan Paşanın futbolumuza ve ülkemize etkilerini yavaş yavaş atlatıyorsak da tüm bu yaşananlar tarihte yerlerini almış oldu.
*****
Futbolda yaşanan büyük cepheleşmeler bazen çok farklı sebeplerden de ortaya çıkabiliyor. Dünyanın bir çok yerinde mezhep, ırk, sosyal statü gibi belirgin ayrımlarla teşkil olan bir çok derbi var. Belkide bu yüzden bizde şiddet ve nefret içeren derbi taraflarına sahip olmak biraz anlamsız. Ülkenin büyük olarak bilinen takımları her statüden, her ırktan, her mezhepten taraftar tabanına sahip. Futbolu endüstrileştiren ve her bir damlasını paraya çevirme gayretindeki canavar bizde olmayan kutupları varmışçasına sivriltip maçların büyük gerilimle oynanmasını bir şekilde sağlıyor.
Oysa bir "Old Firm" yaratacak nefreti bulamazsınız bu topraklarda. Bir iskoç arkadaşıma hangi takımı tutuyosun dediğimde "Dundee United" cevabını verişindeki tavrı bizde takım tutmayanların bu soruya verdigi "milli takım" cevabı gibiydi. Bunun nedenini Simonun Rangers-Celtic arasında oynan Old Firm adı verilen derbi ile ilgili yazdıklarını okuduğumda anladım. Meğer arkadaşım bana "Dundee United" derken "Ya benim öyle vurduyla kırdıyla işim olmaz" demek istemiş.
 Rangers Protestanların, Celtic ise Katoliklerin desteklediği Glasgow şehri takımlarıdır. Aradaki rekabet ve nefret futbolun çok daha ötesindedir. Öyle ki yakın zamana kadar ölen taraftarların külleri Rangers ın Ibrox stadına serpiliyormuş. İş artık sahada çimlerin görünmemesine varacak düzeye erişince artık buna bir son verilmiş. Bir Glasgowlunun yazdığı romanda, çektiği bir filmde Old Firm'e yer vermemesi görülmüş şey değildir. Takımlar arasındaki mezhep çatışması sadece taraftar bazında kalmamış Rangers bunu kadrosunada yansıtmıştır. Celtic az da olsa protestan oyunculara yer verse de Rangers kadrosunda katolik oyuncu bulundurmaz. Nasıl olduysa bir defasında 1989da klüp bunu yıktı ve katolik golcü Maurice Johnston'ı transfer etti. Aslında Johnston klübün transfer ettiği ilk katolik futbolcu değildi, o sadece 1. Dünya Savaşından bu yana kulübün "bilerek" transfer ettiği ilk katolikti. Johnston elinden geleni yapsa da her zaman eleştirildi. Hatta onun attığı golle 1-0 kazanılmış bir maç taraftarların gözünde 0-0 berabere bitmiş sayılırdı. Bu derece bir kutuplaşmayı futbol endüstrisi mimarları istese de bizim ülkemizde yaratamazlar. Bir Galatasaray- Fenerbahçe rekabetinden Old- Firm çıkmaz, ya da Beşiktaş- Galatasaray arasında El Clasico yaratamazsın. Aslında bizdeki futbolu dünyadaki modele yamamaya çalışan ahmakların görmesi gereken daha büyük bir zenginlik var. Onların sahip olmadığı 100 yıllık rekabeti olan 3 büyük camia ve sonradan onlara dahil olmayı başarabilen 4. bir aktör. Sen ürününü satacaksan önce neye sahip olduğunun farkına varmalısın. Bundan 2-3 sezon önce Galatasaray - Fenerbahçe maçlarından "El Clasico"  yaratmak için camiaları öyle bir gerdilerki  yıllarca güzel bir derbi izleyemez olduk. Oysa hali hazırda bu büyük klüpler arasında var olan rekabetin kendi içinde bir güzelliği vardı. Bunu yabancı bir derbiye özenerek formatlandırma çabası çok gereksizdi.
*****
Amerikalıların futbolu anlamaları ve sevmeleri acaba ne zaman gerçekleşecek? Sürekli skor kaydedilen bir NBA ve 3-4 saat boyunca sürekli tıkınarak izlenilen NFL maçlarına alışmış bu toplum için gerçekten futbolu anlamak ve sevmek çok zor bir iş olsa gerek. 0-0 biten bir maçın güzel bir maç olma ihtimalini sorguladıkça futboluda öğrenemeyecekler sanırım. 94 Dünya kupası biraz olsun onları bu tüm dünya için çok önemli olan sporla kaynaştırmış olmalı diye düşünebiliriz. Ama en azından her kornerde oyuncular ceza sahasında korner için pozisyon alma hazırlığına giriştiğinde tribünlerdeki yerlerini terkedip sandviç almaya giderek bu işin olmayacağını anlamış olsunlar bari.
Amerikalı gazeteciler 94 Dünya kupası sırasında ülkeleri ABD işgal tehdidi ile karşı karşıya olan bir Haiti'liye sormuş "Hangisi daha önemli Brezilyanın kazanması mı yoksa ABD işgali mi?" Tabi bunun karşısında aldıkları cevapta onlara anlamsız gelmiştir. Çünkü Haitili onlara aynen şunu söylemiş: "Biz hergün açız, bir yığın sorunumuz var. Amerika her gün ülkemizi işgal edeceğini söylüyor ama Dünya Kupası yanlızca 4 yılda bir düzenleniyor"...
*****
Dünyanın her yerinde futbol çok seviliyor. Ve çokça kendini ifade şekli halini almış durumda. Bu kadar geniş kitlelerin ilgi odağı olmak beraberinde endüstriyel futbol zıkkımını hayatımıza sokuyor. Büyük paralar sözkonusu olunca da bize kalan parayla ifade edilemeyecek aşklarımız oluyor.  Şimdilerde yüreğimiz elimizde bekliyoruz kramponlar temizlensin ya da bize "futbol temizlendi hadi tekrar sevin ve peşinden koşun" densin. İnanmasakta inanalım ve futbol sadece futbolmuş gibi sevelim yine...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder