19 Ağustos 2011 Cuma

18.08.2011 BJK3-Alania0 UEFA E.League

Merhaba futbol (tabi sadece sözlük anlamıyla)...
Hani uzaklardan bir dost gelir bir süre kalmaya ve kapıda karşılarken şöyle bir sarılıp "hoşgeldin, geç içeri bakalım" denir. Bu "konuşacak, soracak, yapacak çok şey var ama hele bi geç yerleş sonra hepsine sıra gelir" demek gibi bir şey. Dünde sezona öyle bir merhabaydı sadece. Sakatı, cezalısı, gözaltındakileri, formsuz oyuncuları ve seyircileri  gerçekten bir "merhaba" maçıydı sadece. İhtiyacımız olan tek şey bu turu garantileyecek skoru alıp valizleri boşaltmaya geçmekti. Bu esnada "bir kaç yeni adam" hakkında belki biraz fikir sahibide olabilecektik. Tüm maç boyunca olan bitene hakim fakat zaman zaman etkili bir oyun izledik. Aslında büyük takım için olmazsa olmaz olan bunların ilkidir diye düşünürsek, zayıf rakip karşısında bir şekilde goller bulundu ve tehlike yaratmalarına izin vermeden turu geçmek neredeyse garantilendi. Maçın hemen başında Simaonun çok etkili olduğunu izleyince bunun diğer tarafında Q7 nin olacağını ve bu kadar üretken kanatların Almeidayı zevkten eşkenar dörtgen yapacağını hayal etmeye başladık. Sakatlanıp çıkana kadar sahada parlayan bir Simao vardı. 
Ön liberolarımız o kadar kaliteli ve sayıca fazla ki bu sezon sakatlıklar bile bizi o bölgede zora sokmayı başaramayacak. Nitekim dün çoğu insanın ortak görüşü Fernandesin bu seneki en büyük transferimiz olduğuydu. Yenilerden Egemenin sakat olmadığı sürece 11de her zaman kendine bir yer bulacağını gördük. Peketmek "ben bu ülkenin uzun zamandır bitirici vuruşlarıyla anılan forvet eksikliğini kapamaya adayım" dediğini duyar gibi olduk. Sivok ve Holoskonun "yabancı kontenjanına kurban ediyodunuz bizi ama o kadarda itin götüne sokulacak topçular değiliz biz" dediklerini en azından ben farkettim. En azından diyorum çünkü yeni sezonun 1 numaralı günah keçisinin Holosko olduğunu bu ilk resmi maç sonrasında anlamış olduk. Bu konu performansla ilgili değil. Tüm futbol severlerde herzaman var olan ve maalesef hep de var olacak olan bir sendrom. 
Takımın bir oyuncusu bir sebepten sevilmez  10 pozisyonun 9undaki başarısı değil hep 1indeki hatası konuşulur. Hatta daha da beteri doğru yaptığı işlerde hep yanlış sayılır. Mesela şut attıysa kesin oradan vurulmamalıdır kesin boşta bir adam vardır yok eğer pas verdiyse özgüveni eksiktir ordan şut atması gerekiyordur. Fenerbahçede Selçuk, Trabzonda Umut, Galatasarayda Ayhan hocaları tarafından her zaman tercih edildikleri halde nedense taraftarlarca bu "günah keçisi" rolüne herzaman layık görülmüş oyunculardır. 
Holosko kamptan aldığımız haberlerde en iyi hazırlanan, en cok dikkat çeken oyuncumuz olmuştu. Fiziksel özellikleri ile fark yaratan ve hiç bir zaman üstün tekniğinden falan söz edilmemiş bir oyuncu. Ama bir takımsan zamanı geldiğinde Holosko gibi adamlarıda kullanabilirsin hatta onu kullandığın yerlerde bugün çok beğenilen adamlar iş görmez haldedir bu yüzden tüm tribün reaksiyonlarına rağmen Holosko takıma her zaman katkı sağlama potansiyeline sahip bir oyuncudur. 
Bunların dışında çok kötüydü ya da çok iyiydi denilebilecek bir oyuncu yoktu takımda büyük bir uyum ve bütünlük sergilemedi. Ama en başta söylediğim gibi aslolan sahada olan bitene hakim bir takımdı ve en azından bunu görebildik. Artık haftaya sakatsız kartsız bir rövanş temenni ederek beklemedeyiz.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Futbol Asla Sadece Futbol Değildir (Simon Kuper)

Sadece tatillerde sadık bir okuyucu olmayı becerebilen biri olarak bu tatilimde okumayı sabırsızlıkla beklediğim bir kitap hakkında fazlasıyla pozitif önyargı sahibi olmuş ve onu okumaya, çok beğenmeye hazır bir haldeyken bu yaz bir başka kitabı okumam pek mümkün değildi. 93 yılında henüz 24 yaşındaki Simon bu kitabı yazmak için dünyayı gezmekteyken 17 yaşındaki Abidin yeni açığın en üst katında averajla kaçırdığı şampiyonluğun göz yaşlarını "şerefli ikincilik" mendiliyle siliyordu ve bugün Simonun satırlarını okurken ülkede "temiz kramponlar" soruşturması yapılmaktaydı. İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı üzerinden 17 sene geçse de tespitleri ve farklı bakış açılarıyla asla eskimeyecek bir kitap yazmış Simon Kuper.
Gezisinde Türkiye'ye ve Türk futboluna yer vermemiş olsa da ilerleyen yıllarda Milli Takımın ve Galatasaray'ın yakalamış olduğu çıkıştan olsa gerek 2003 yılında Türkiye'deki  bu ikinci basım için bir önsöz hazırlamış Simon. Henüz bu kitabı okumamışlara tavsiyem bu bölümü en sona bırakın ya da  sonunda tekrar okuyun.
Türklerin Avrupa tarzında futbol oynamaya başlamaları hikayesini Deniz Gökçe'den dinlemiş. Hani şu 84 Haziranında İspanya'nın son dakika golüyle Almanya'yı elemesinin ardından Jupp Derwall'in kovulması ve Türkiye macerasına başlaması ve Alamancı futbolcuların Galatasaray a ve dolayısıyla Türk futboluna kazandırılmaya başlaması hikayesini. Simon'a göre Türk futboluna kimlik kazandıran en büyük etken "batı" kafasıyla altyapı almış futbolcuların katkısı. Bence de inkar edilemez bir dönüm noktası ama Simon'unkide  biraz fazla bencil bir batılı yaklaşımı.  Aslında kendisi öyle objektif sayılacak bir yazarda değil. Anlattığı bir çok olayda kişisel takıntılarını ve yanlı bakış açısını görmek mümkün. Fakat bu benim daha çok hoşuma giden bir duruş. Futbolu gerçekten seven insan sahaya santra çizgisinden bakmaz, görüş ve tercih sahibidir. Yıllar önce renkli televizyonlarla ilk tanıştığımız günlerde  abimle komşuya iner Avrupa takımlarının maçlarını izlerdik. Hiç bir fikrimiz olmasa da birimiz kırmızıları birimiz mavileri tutardık. Futbol böyle bir şey işte.. Simon Uganda doğumlu, Hollanda menşeli, İngiltere'de büyümüş, Almanya ve Amerika'da yaşamış bir Yahudi olarak Almanlara karşı Hollanda, Arjantine karşı İngiltere, diktatörlere karşı "her şey" tarafıydı  ama bunlar bize anlattığı ülkelerde futbolun siyasete, hayata ve kültüre karışmışlığını anlamamıza engel teşkil edecek yanlılıklar olarak karşımıza çıkmıyor.
Gittiği ülkelerde futbol ile siyaset, futbol ile etnisite, futbol ile sınıf ayrımcılığı, futbol ile yeraltı dünyası, futbol ile cunta arasındaki ilişkileri ortaya koyan tespitler yapmış. Bir Türk olarak bunları okurken bir taraftan da ülkemizdeki benzer etkileşimleri yakalamak çokta zor olmuyor. 
 *****
Kitabı okuyan hemen herkesin en çok hafızasında yer eden hikaye Helmut Klopfleisch'in Berlin duvarı yüzünden çok sevdiği Hertha Berlin'e hasret kalması hikayesidir. Duvarın inşasıyla doğu Berlin'de kalan Helmut ve birçok Hertha taraftarı birkaç ay boyunca cumartesi günleri duvarın dibine kadar gidip birkaç yüz metre ilerdeki Hertha stadından gelen sesleri dinler ve gelen tezahürat seslerine duvarın arkasından tezahürat yaparak karşılık verirlermiş. Daha sonra Hertha olimpiyat stadına taşınınca aşklarını illegal örgütmüşçesine faaliyet gösteren "Hertha Derneği"nde yaşamaya çalışmışlar. Duvar  9 Kasım 1989'da yıkıldı Hertha'nın ligde yapacağı ilk maçta 50bin kişi tribünleri doldurmuştu. Üstelik bu bir 2. lig maçıydı... Bu hikaye bana takımına hasret bir ömür süren " Mehdi"yi hatırlattı.
*****
Rusya'da KGB'nin kulübü olan Dinamo Moskova ve Kızıl ordunun kulübü olan CSKA Moskova yapılanması nedense bana bizim ligimizdeki belediye takımlarını çağrıştırır. Belki İBB ile sürekli sorun yaşamamızdan dolayı bir önyargım var ama belkide haklıyım ve Belediyenin futbola dahli ait olduğu ildeki takımları desteklemekle kalmalı...
Ukrayna'da futbol diyince akla Dinamo Kiev geliyor.Ve tabi  Valeri Lobanovskinin 75-86 yıllarında takımı Avrupa Kupa Galipleri Şampiyonu yapan istatistiğe dayalı bilimsel çalışmaları... Loba'nın takımını izleyenler oyunculardan robotlar olarak söz edermiş. Felsefesini doğru kararlar veren doğru işler yapan bir takım yaratmak üzerine kurmuş. Ona göre bütün maç boyunca yaptığı hareketlerin %15i hatalı olan bir takım asla yenilmezmiş. Bu şekilde çalışmaların ilk örneklerini ülkemizde Ersun Yanal ile gördük. Loba kadar kapsamlı olmasa da istatistik biliminden futbolda istifade edilmesinin faydalı olduğunu eski kafalara ispatlamış oldu. Tabi bu istatistiki veriler bizim gibi CM fanatikleri için zaten kullanılmaması ahmaklık olan şeylerdi. Simonun Dinamo Kiev ile ilgili verdiği bilgilerden en dudak uçuklatanı kulübün gelir kaynaklarından birinin nükleer madde satışı olmasıdır herhalde. Bizim kulüplerimizde bir takım illegale mutlaka girmiştir ama bu derece hayvanisi olacağını pek düşünemiyorum doğrusu.
*****
Helenio Herrera "Catenaccio" adı verilen savunma futbolunun babası bu sisteme nasıl bulaştığını şöyle açıklamış; "1945 Fransa'daydım maçın bitmesine 15 dakika kala 1-0 öndeydik. Sol bek oynuyordum önümdeki arkadaşımın omuzuna dokunup benim yerime sen geç ben savunmanın arkasına geçeceğim dedim. O maçı kazandık ve ben teknik direktör oldum"  Herrera bu kabız sistemi iyice abarttı, arka arkaya Avrupa Kupaları kazandı ve sistem tüm dünyaya yayıldı. Bizde ülke olarak nasibimizi almakta gecikmedik tabi. Neredeyse 80li yılların sonuna kadar ülkede hücum futbolunun esamesi okunmuyordu. Arsız vicdansız kemik kıran savunmacıların arasından sıyrılmayı başarabilen teknik seviyesi yüksek bir kaç futbolcu tarihte efsane olarak yerlerini aldılar. Total futbolla tanışmamızsa çoook daha sonralarda oldu. Bundan sonrada artık küçük takımlar bile bu Catenaccio illetine benzer sistemler uygulamaz oldular.
*****
Afrika'da futbol ile büyünün birlikte anılması günümüzde olmasa da Simonun Afrikada olduğu günlerde çok normaldi. Takımların özel büyücüleri vardı. Geçtiğimiz senelerde Türkiye'de de benzer bir olay yaşanmıştı. Saraçoğlundaki kalelerden birinin arkasında "horoz bacağı!" gömülü olduğunu söyleyen büyücü bir kadın peydah olmuştu. Adı büyü de olsa, uğur da olsa, dini inanış ta olsa maneviyatın futbol içindeki yeri sanırım tartışılmaz. Bir Fener maçı öncesi kampta Mondragon'un dua için yaktığı mumlarla odasını ateşe verdiği anektodunu yıllar sonra Hasan Şaştan duymuştuk. Tabi bunlar Afrikada söz konusu olan büyünün yanında çok daha masum kalıyor. 
Afrika futbolunun sesini dolayısıyla Afrikanın sesini ilk duyuran "yılmaz aslanlar" olmuştu. 90 İtalya'da ve ardından 94 Amerika dünya kupasında renkli görüntüleri ve sürpriz sonuçlarıyla Kamerun hepimizin hafızalarına yerleşmişti. Hele hele 42 yaşındaki Roger Milla'nın gol sonrası köşe gönderine  gelip dans etmesi, Higuitayı çalımlayıp boş kaleye topu göndermeden önceki sırıtan ifadesi unutulacak cinsten değildi. Simonun Kamerun seferinin ardından yazıklarını okuyunca bu sevimli Milla ile ilgili tüm düşüncelerim değişti. Diktatör Biya'nın has adamı olan Milla 94Amerika ya giden Kamerun kadrosuna da hak ettiğinden değil bizzat "başkanın adamı" olarak tepeden inme girmişti. Aslanların genel direktörü olmuştu. Bu Biyanın tamamen onun için uydurduğu bir görevdi. Simon onunla röportaj yapmak için Omnisports stadına gittiğinde ormanlardan toplanmış ve buraya hapsedilmiş 120 pigmeye rastlamış. Milla onları bir turnuva için davet etmiş ama sonra hapsederek başlarına nöbetçiler dikmiş. Sözde onları kontrol etmek çok zormuş. Turnuvadan ziyade bir sirk gösterisi düzenler gibi bir vaziyet içerisindeki bu adamla ilgili tüm düşüncelerim birden tersine dönmüştü. Hiçbir zaman kurtulamayacakları bir yoksulluk kaderiyle yaşayan bir kıtada, dünyaya seslerini duyurmak için belkide tek vesile olarak gördükleri futbolu da diktatörlerin ellerinden alamayan bu insanlara üzülmekten başka yapacak bir şeyimizde yok maalesef.
*****
Diktatörler sadece Afrikanın sorunu değildi elbette. Bu konuda Güney Amerikada az sayılmazdı. Simonun  Arjantinle ilgili anlattıkları aslında bizimde yabancı olmadığımız askeri darbeler ve onların ülkedeki her alanı dolayısıyla futbolu etkilemesiyle ilgiliydi. 78 Dünya kupasına ev sahipliği yapacak olan Arjantinde 76da askeri darbe yaşandı. Tabiiki 78 şampiyonu olmak askeri cuntanın ihtişam gösterisi adına artık çok daha önemliydi. Halkın futbolla birlikte artacak vatanseverlik duyguları faşist bir yönetimin hareket kabiliyetini fazlasıyla arttıracaktı. Bu uğurda herşeyi yapmaktan kaçınmamışlardı. Arjantin 2. turda Peru'yla karşılaşacaktı ve en az 4-0 gibi bir skora ihtiyacı vardı. Yine askeri cuntayla yönetilen Peru fakir bir ülkeydi. Arjantin birden 35bin ton tahıl yardımı yapmaya karar verdi  bu arada Arjantin merkez bankasında dondurulan 50 milyon dolarlık kredi Peru'ya ödenmek üzere serbest bırakıldı. Sonuç mu? Arjantin 6 - Peru 0... Futbol o kadar etkiliydi ki Britanya ile devam eden Falkland Savaşının Mayıs 82de sonlanmasına da neden olmuştu. Zira savaş uzasaydı Arjantin 82 İspanya dünya kupasına katılım hakkından olacaktı.
Askeri cuntaların futbola "düşkünlüğü" ülkemizde de şahit olduğumuz bir durum. 80 ihtilali döneminde Sağ-Sol kamplaşmasını yıkmak için Kenan Paşanın futbolu kullanması o eskiden anlatılan "biz birlikte maç seyrederdik" konseptli stadyumların yerini mac öncesi önünde sabahlanılan taraflar arasında meydan muharebesine eş kavgalar olan stadyumları ve holiganizmi doğurdu. Artık gençler beden ve fikir güçlerini siyasi yolda değil futbol yolunda harcayacaktı. Bu sayede bedelini çok ağır ödeyeceğimiz bir apolitik toplum inşa ediliyordu. Çocuktum ama hatırlıyorum, o yıllarda derbi maçlar öncesinde çıkan kavgalarda "insan ölmesi" bugün doğuda çıkan çatışmalarda şehit vermemiz kadar kulaklarımızın alıştığı, kanıksadığımız bir vaka idi. Askeri cuntanın futbolu bu sekilde kullanması dışında direk etkileri de sözkonusu olmuştu. Başkentin futbol takımının birinci ligde olması gerektiğini savunan Kenan Evren, o dönemde ikinci ligde mücadele eden kulübün birinci lige çıkartılması talimatını verir. Türkiye Kupası'nı kazanan futbol takımının hangi ligde oynadığına bakılmaksızın birinci lige çıkartılacağına dair kanun düzenlenir ve Türkiye Kupasını kazanan Ankaragücü birinci lige çıkar. Bu olaydan itibaren 8 yıl daha yürürlükte kalan yasadan yararlanabilen başka bir kulüp daha olamadı. Kenan Paşanın futbolumuza ve ülkemize etkilerini yavaş yavaş atlatıyorsak da tüm bu yaşananlar tarihte yerlerini almış oldu.
*****
Futbolda yaşanan büyük cepheleşmeler bazen çok farklı sebeplerden de ortaya çıkabiliyor. Dünyanın bir çok yerinde mezhep, ırk, sosyal statü gibi belirgin ayrımlarla teşkil olan bir çok derbi var. Belkide bu yüzden bizde şiddet ve nefret içeren derbi taraflarına sahip olmak biraz anlamsız. Ülkenin büyük olarak bilinen takımları her statüden, her ırktan, her mezhepten taraftar tabanına sahip. Futbolu endüstrileştiren ve her bir damlasını paraya çevirme gayretindeki canavar bizde olmayan kutupları varmışçasına sivriltip maçların büyük gerilimle oynanmasını bir şekilde sağlıyor.
Oysa bir "Old Firm" yaratacak nefreti bulamazsınız bu topraklarda. Bir iskoç arkadaşıma hangi takımı tutuyosun dediğimde "Dundee United" cevabını verişindeki tavrı bizde takım tutmayanların bu soruya verdigi "milli takım" cevabı gibiydi. Bunun nedenini Simonun Rangers-Celtic arasında oynan Old Firm adı verilen derbi ile ilgili yazdıklarını okuduğumda anladım. Meğer arkadaşım bana "Dundee United" derken "Ya benim öyle vurduyla kırdıyla işim olmaz" demek istemiş.
 Rangers Protestanların, Celtic ise Katoliklerin desteklediği Glasgow şehri takımlarıdır. Aradaki rekabet ve nefret futbolun çok daha ötesindedir. Öyle ki yakın zamana kadar ölen taraftarların külleri Rangers ın Ibrox stadına serpiliyormuş. İş artık sahada çimlerin görünmemesine varacak düzeye erişince artık buna bir son verilmiş. Bir Glasgowlunun yazdığı romanda, çektiği bir filmde Old Firm'e yer vermemesi görülmüş şey değildir. Takımlar arasındaki mezhep çatışması sadece taraftar bazında kalmamış Rangers bunu kadrosunada yansıtmıştır. Celtic az da olsa protestan oyunculara yer verse de Rangers kadrosunda katolik oyuncu bulundurmaz. Nasıl olduysa bir defasında 1989da klüp bunu yıktı ve katolik golcü Maurice Johnston'ı transfer etti. Aslında Johnston klübün transfer ettiği ilk katolik futbolcu değildi, o sadece 1. Dünya Savaşından bu yana kulübün "bilerek" transfer ettiği ilk katolikti. Johnston elinden geleni yapsa da her zaman eleştirildi. Hatta onun attığı golle 1-0 kazanılmış bir maç taraftarların gözünde 0-0 berabere bitmiş sayılırdı. Bu derece bir kutuplaşmayı futbol endüstrisi mimarları istese de bizim ülkemizde yaratamazlar. Bir Galatasaray- Fenerbahçe rekabetinden Old- Firm çıkmaz, ya da Beşiktaş- Galatasaray arasında El Clasico yaratamazsın. Aslında bizdeki futbolu dünyadaki modele yamamaya çalışan ahmakların görmesi gereken daha büyük bir zenginlik var. Onların sahip olmadığı 100 yıllık rekabeti olan 3 büyük camia ve sonradan onlara dahil olmayı başarabilen 4. bir aktör. Sen ürününü satacaksan önce neye sahip olduğunun farkına varmalısın. Bundan 2-3 sezon önce Galatasaray - Fenerbahçe maçlarından "El Clasico"  yaratmak için camiaları öyle bir gerdilerki  yıllarca güzel bir derbi izleyemez olduk. Oysa hali hazırda bu büyük klüpler arasında var olan rekabetin kendi içinde bir güzelliği vardı. Bunu yabancı bir derbiye özenerek formatlandırma çabası çok gereksizdi.
*****
Amerikalıların futbolu anlamaları ve sevmeleri acaba ne zaman gerçekleşecek? Sürekli skor kaydedilen bir NBA ve 3-4 saat boyunca sürekli tıkınarak izlenilen NFL maçlarına alışmış bu toplum için gerçekten futbolu anlamak ve sevmek çok zor bir iş olsa gerek. 0-0 biten bir maçın güzel bir maç olma ihtimalini sorguladıkça futboluda öğrenemeyecekler sanırım. 94 Dünya kupası biraz olsun onları bu tüm dünya için çok önemli olan sporla kaynaştırmış olmalı diye düşünebiliriz. Ama en azından her kornerde oyuncular ceza sahasında korner için pozisyon alma hazırlığına giriştiğinde tribünlerdeki yerlerini terkedip sandviç almaya giderek bu işin olmayacağını anlamış olsunlar bari.
Amerikalı gazeteciler 94 Dünya kupası sırasında ülkeleri ABD işgal tehdidi ile karşı karşıya olan bir Haiti'liye sormuş "Hangisi daha önemli Brezilyanın kazanması mı yoksa ABD işgali mi?" Tabi bunun karşısında aldıkları cevapta onlara anlamsız gelmiştir. Çünkü Haitili onlara aynen şunu söylemiş: "Biz hergün açız, bir yığın sorunumuz var. Amerika her gün ülkemizi işgal edeceğini söylüyor ama Dünya Kupası yanlızca 4 yılda bir düzenleniyor"...
*****
Dünyanın her yerinde futbol çok seviliyor. Ve çokça kendini ifade şekli halini almış durumda. Bu kadar geniş kitlelerin ilgi odağı olmak beraberinde endüstriyel futbol zıkkımını hayatımıza sokuyor. Büyük paralar sözkonusu olunca da bize kalan parayla ifade edilemeyecek aşklarımız oluyor.  Şimdilerde yüreğimiz elimizde bekliyoruz kramponlar temizlensin ya da bize "futbol temizlendi hadi tekrar sevin ve peşinden koşun" densin. İnanmasakta inanalım ve futbol sadece futbolmuş gibi sevelim yine...

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Çağlayan Yeni Adliye Sarayı

Çağlayan’da inşaatı tamamlanan ve herkes üzerinde yeni bir umut, yeni bir başlangıç duygusu yaratan adliyenin açılışı gerçekleşti. Avrupa'nın en büyük adliyesi olan Çağlayan adalet sarayı gerçekten de çok ihtişamlı. Hemen hemen 6 futbol sahası büyüklüğünde olan ve 16 kattan oluşan bu yapı iç dizaynıyla da insanı mest ediyor doğrusu. İstanbul'da yaşayanlar ve yolu adliyeye düşenler mutlaka görmüşlerdir hizmet verilen eski, sıkışık ve yetersiz binaları. Eskiden defterlerde tutulan tüm kayıtların teknolojinin ilerlemesiyle yerini bilgisayara bırakması sonucu herşey daha da zorlaşmaya başlamıştı. Hiçbir altyapısı olmayan adeta İstanbulun çarpık kentleşmesinin izdüşümü gibiydi adliyeler. Yine de çarpık yapılaşma İstanbulluların ister istemez alışık olduğu bir durum olduğu için adliyelerdeki bu yapılanmayı da kimse yadırgamadı herhalde. Biz hukukçular olarak bile öylesine benimsemiştik ki bu durumu şikayetlerimiz artık anlamını yitirmeye başlamıştı.
Daha üniversitede uyarmaya başlamıştı bizi hocalarımız. Hiç unutmuyorum bir derste bir hocamız “ Aman ha adliyeleri Amerikan filmlerindeki gibi sanmayın.Mezun olmadan gidin görün mutlaka.” demişti. Bu söylemi ciddiye alan var mıydı bilemem ama ben son sınıfta çalışmaya başladığım için gidip görme imkanı bulmuştum. Öylesine büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım ki izlediğim ilk duruşmanın nasıl olduğunu herhalde bu büyük şok sebebiyle hayatım boyunca unutmam imkansız. Şöyle ki, çalıştığım işyerindeki avukatımız ile ya gerçeklerle biran önce yüzleşmem ya da tamamen benim şansızlığım neticesinde Şişli de hukuk mahkemelerinin olduğu binaya gitmiştik. Şansızlığım diyorum çünkü Şişli'nin bahsettiğim binası gerçekten de İstanbul’un en kötü durumdaki adliye binalarının başında gelir. Şişli'nin sıkışık yapılaşmasına yabancı olan biri olarak gözlerim büyük güzel bir bina aramıştı. Ama beraber gittiğimiz avukat arkadaşım geldik burası deyince çok fena dumur olmuştum. Tabi ben bu şoku atlatmadan diğer şoklar ardı ardına geldi. En üst kata çıktık ama bu daha çok kaçak kat gibiydi. Tavanı alçak, basık ve havasız bir ortam düşünün. Bu ortamda son bir hevesle duruşma salonunu aradı gözlerim ve bulduğum nokta artık hayallerimin de bittiği son noktaydı. Küçücük bir oda gözünüzün önüne getirin. Hakim, katip ve mübaşirin ancak sığdığı. Kapının dışına kadar tüm yer dosyalarla dolu. Eğer Amerikan filmlerinde veya dizilerinde izleyip işte bende bu mesleği yapmalıyım diye yola çıktıysanız vay halinize yani!! Bu yaşadığımı ne aileme ne arkadaşlarıma ne de Şorombil Beye anlatmadım. Çünkü hem acınacak halimizi kimse bilmesin istedim hem de bu mesleğin hayallerde dahi olsa layık olduğu yerde durması gerektiğini düşündüm. Şimdi çok mutluyum ve gururluyum.Artık hem alt yapısı hem de ihtişamlı binası ile harika bir adliyemiz var. Darısı Kartal adliyesinin başına diyelim.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Kral ve Akbaba

11 Temmuz 1982, Madrid'in tarihinde belki de " en sıcak gün" olarak hatırlanacaktı. 1982 Dünya Kupası'na katılan 24 takımdan 22'si evlerine dönmüş, Dünya iki Avrupalı'ya kalmıştı… Federal Almanya ve İtalya, hemen hiç kimsenin beklemediği biçimde Brezilya, Arjantin, Fransa, İngiltere, İspanya ve Polonya gibi futbol dünyasının hatırı sayılır devlerini geride bırakarak finale adlarını yazdırmışlardı.
Evet, gerçekten sıcak bir gündü… Madrid'de termometre 35 ila 40 derece arasında gidip geliyor, yoğun trafik ve sabahtan itibaren caddeleri, parkları, meydanları dolduran, kaldırımları işgal eden kalabalıklar "hissedilen" sıcaklığı daha da arttırıyordu. Elbette bu hararet yükselişinde bol bol bira tüketerek naralar atan, marşlar söyleyen Alman ve İtalyan futbolseverlerin de katkısı vardı… Takımlarının ikinci turda hayalkırıklığı yaratmasıyla kendi evlerinde safdışı kalan İspanyollar ise hangi gruba rastlamışlarsa onlarla bütünleşiyor, bir tür teselli arıyorlardı. 
Final maçının oynanacağı Santiago Bernabeu Stadı'nın çevresinde sabahtan itibaren onbinlerce insan birikmeye başlamıştı…Her yaştan kadınlar, erkekler, meraklı çocuklar… Taraftar grupları, bir elde bira şişeleri, bir elde bayrak birbirlerine meydan okuyan, sonra karşısındakilerin anlayıp anlamadığına bakmadan arkadaşlarıyla birlikte attığı naraya, yaptığı espriye gülen, yeniden şarkılar söylemeye başlayan fanatikler… 
Biletlerin çoğu çok önceden satılmış ve sahiplerini bulmuş olmakla birlikte kale arkası tribünleri için ucuz biletlerden bir bölümü de gişelerden satışa sunulacaktı…
*****
Satış başlamadan çok önce şansını denemek isteyenler gişelerin önünde uzun kuyruklar oluşturmuştu. Ondokuz yaşındaki Emilio da onlardan biriydi. Gişe açıldıktan sonra sabırla beklemeye, adım adım ilerlemeye, o itiş – kakışta yerini kaybetmemek için olağanüstü çaba sarfetmeye başlamıştı…
Kuyruk çok ağır ilerliyor, Emilio'nun sabrı da zaman zaman tükenme noktasına geliyordu. Sinirlenip ortaya birkaç öfke sözcüğü söyledikten sonra susuyordu.
Hayatını, gelecek planlarını hep futbol üzerine kuran, futbolculuk kariyerinde güvenli adımlarla ilerleyen Emilio, kulübü yöneticilerinin şu final maçı için takıma birer bilet  sağlayamamış olmasına da fena halde içerliyordu. Yakın gelecekte, gişelerinin önünde kuyruğa girdiği bu stat, belki de onun işyeri olacaktı. Real Madrid yöneticileri onun her maçını teknik bir ekiple izletiyor, Emilio da bundan gurur duyuyordu.
Üç kişi kalmıştı önünde.
Birinci adam iki bilet aldı… İkincisi bir tane… 
Ve gişenin küçük penceresi kapandı.
Işığı söndüren adam, camın ardındaki tahta kapağı da kapatırken, " Biletler tamam" dedi," Bitti… Yandakine git!" 
Emilio şaşkınlıklar içindeydi. Panik halinde " Ama orada da bitebilir…" diyebildi. Hem orada kuyruğa girersem, kesinlikle bana kalmaz. Çok bekledim. Üstelik profesyonel futbolcuyum ben. Seneye belki de Real Madrid'de oynayacağım. Şu yan gişedeki   arkadaşının elindeki biletlerden birini bana alıver. İşte para!" sözlerini tamamlamadan tahta kapak kapandı.
Çılgına döndü Emilio…
Bütün gücüyle abanıp cama yumruğunu indirdi…
Tahta kapak açıldı. Gişe görevlisi, " Ne yapıyorsun serseri!" diye azarladı onu…
Emilio, kırgın, kızgın ve öfkeliydi, " Bak yemin ediyorum sana… sana yemin ediyorum"  dedi ve bağırmaya başladı : 
" Yakın gelecekte buradan emekli olup beni seyretmek için bu gişelerin önünde kuyruğa gireceksin. Dilerim kendin gibi bir ahmağa rastlamazsın!"
Elleri cebinde derin soluklar alarak, arada küfürler ederek stat çevresinde dolaşmaya başladı.
*****
11 Temmuz 1982 Madrid…
Palacio Congresso… Uluslar arası Basın Merkezi.
Dünya Kupası'nı izleyen tüm gazeteciler, maça saatler kala oradaydık… Barlar, restoranlar, çalışma ofisleri ve finale kadar oynanmış 51 maçın peşpeşe özetlerle gösterildiği sinema salonu tıklım tıklım doluydu… 
Can Bartu, Hıncal Uluç, Turgay Şeren, Metin Türel, Şevket Özçelik, Kemal Belgin, Onur Belge… Hüseyin Kırcalı, artık aramızda olmayan Mahmut Küçük, Arif Işıldayan…   Hemen herkesi kıskandıran Türk bayrağı ile süslediğimiz o uzun çalışma masasında finali kimin kazanacağını tartışırken; tanıdık bir ses hepimizi susturdu : " Ay lav yuuuu! " 
Kral'dı gelen…. Cumhuriyetimizde, " Kral" denince, hele konu futbolsa ilk akla gelen…
Metin Oktay, o sıralarda Güneş gazetesinde futbol yorumları yazıyordu… Gazete, final maçı için kaptana uçak bileti almış, lüks bir otelde yerini ayırtmış, basın akreditasyonunda geç kaldığından en az 200 dolar ödeyerek en iyi yerlerden birinde bir de final maçı bileti sağlamıştı…
Metin Oktay, tek başına gezmeyi , eğlenmeyi ya da maç izlemeyi seven bir adam değildi… Yalnızlıktan hoşlanmaz, hangi çevrede ise, orada hep dostlarıyla birlikte olmak isterdi…
Kral, nereden buldu, nasıl uydurduysa, Palacio Congresso'ya bir ziyaretçi kartı edinerek girmeyi başarmıştı. Mahcup ve sıkılgan yalnızlığında bu işi nasıl becerdiğini sormadık ... Daha önceden akreditasyonu olmadığı için basın tribününe hele bir final maçında girmesinin olanaksızlığını anlattı arkadaşlar… O güldü, " Hayatımda ilk kez biletle maç seyredicem baak" diyerek elindeki 200 dolarlık bileti gösterdi…
Yine de o bilete rağmen Kral'ı aramızda, basın tribününde görmek istiyor, çare arıyorduk… Bazı arkadaşlar, Palacio Congresso'nun sempatik müdürüne durumu anlatıp bir formül bularak yardımcı olmasını düşündüler. Tam ayağa kalkıp ona gitmek üzere doğrulduklarında,biri " Yahu, bizim Bekir Türkiye'ye döndü, akreditasyon kartı da bende!" demez mi? 
Hepimiz rahatladık… O dönemde  güvenlik  önlemleri o kadar sıkı değildi. Boynunuza astığınız akreditasyon kartındaki isme ve resme kimse bakmıyordu… Hele ki Palacio Congresso'nun ikinci katından doğrudan basın tribününe uzanan özel köprüde zaten gazeteci ve görevlilerden başka kimse olmazdı. O nedenle İspanyol görevliler, sadece hoş geldiniz anlamında birer baş selamıyla kapıdan geçmemize izin veriyordu.
Kral, yine aramızdaydı.
Bekir'in akreditasyonunu boynuna geçirip yaptığımız küçük hilenin çocuksu heyecanıyla köprüde yürümeye başladık.
Kral aniden durup köprü korkuluklarına dayanarak aşağıya bakmaya başladı… Binlerce insan adeta kaynıyordu stadın çevresinde…
Gömlek cebinden artık ihtiyaç duymadığı 200 dolarlık final maçının biletini çıkardı… İki parmağının arasında sallayarak, " Bu bileti, aşağıdaki futbol sevdalılarından birine atacağım… Ama kıymetini bilen birine… Genç biri olmalı" dedi…
 Kimi seçecekti acaba ?
Bazı arkadaşlar, " Bak şurada güzel bir kız var, el salla bileti ona at" , " Hayır hayır, asıl şu yaşlı adam daha çok hak ediyor" gibi önerilerle Kral'a yol gösteriyorlardı… Kral, onayladığı ya da onaylamadığı her durum için geçerli formülüne başvurdu : " Ay lav yuuuu!" O'nu tanıyor ve anlıyorduk, " Karışmayın" mesajıydı bu. Sustuk.
Aşağıda kalabalığın içinden sarı saçlı uzun boylu bir delikanlıyı seçti, " Heey!" diye bağırdı. Elindeki bileti gören kalabalık, " Por favor senor, por favor!" diye bağırarak bileti almak için kendini gösteriyor, çevresindekileri itip kakıyordu.
Kral, hepsine de  " Hayır!" dedi, parmağıyla sarı saçlı delikanlıyı işaret etti..
O anda itiş – kakış durdu. Bir sessizlik oldu. Orta yaşlı bir kadın, durumu henüz kavrayamayan sarı saçlı delikanlıyı kolundan tutup Kral'ın tam altına getirdi…. Kral da bileti gösteriyordu ona… 
Sonra elindeki bileti bıraktı…
O sıcak havada çok hafif de olsa bir akşam esintisi başlamıştı…
Bilet havada adeta kelebek gibi uçuyor, bir sağa, bir sola, biraz yukarı, sonra tekrar aşağıya, döne döne iniyordu. Görmeliydiniz… Hani bazı filmlerdeki yangın sahnelerinde itfaiyecilerin , daire biçimindeki brandayı gererek aşağıya atlayacak kişinin durumuna göre gidip gelmesi gibi bir hareketlilik  başlamıştı. Ortada sarı saçlı delikanlı, çevresinde bir halka oluşturarak  biletin uçuşuna göre yer değiştiren insanlar… Belki 10 -15 saniyelik bir görüntüydü bu… Ama hiç unutulmayacak bir görüntü… Bilet için birbirini itip kakanların, biletin talihlisi belli olunca, ona nasıl yardım ettiği ise başlı başına sıcak bir insanlık öyküsüydü… 
Sonunda bileti aldı delikanlı. Hem de yere düşmesine fırsat vermeden, bir hamlede sıçrayıp 200 dolarlık talih kuşunu havada yakalayıverdi.
Bilete baktı heyecanla… Dudaklarıyla mırıldanarak üstündekileri okudu… Sevinçle havaya sıçrayıp, elindeki bileti öperek " Mucho gracias senor… Mucho gracias" diye bağırdı : Teşekkürler bayım, çok teşekkürler!" 
*****
Emilio Butragueno, iki yıl sonra 1984'de Real Madrid'e transfer oldu. Çabukluğu, futbol zekası, çalımları ve golleriyle parladı. Real Madrid'de Meksikalı Hugo Sanchez'le   Arjantinli Jorge Valdano gibi iki futbol ve gol kurdunun arasında kendine özel bir santrfor kimliği sergiledi… En önemli özelliği cezaalanına girerken kendisini durdurmaya çalışan savunmacıları sağlam duruşu ve sert fiziğiyle bertaraf etmesi, sonra da topu okşar gibi, keyfini çıkararak kale ağlarına yuvarlamasıydı. Bu yüzden soyadındaki benzerlikten esinlenerek ona " butrage"  (Akbaba) lakabını taktılar. Emilio Butragueno, 11 yıl süreyle Real Madrid ve İspanyol Milli Takımı'nda unutulmaz gollere imza attı. Sonra Hugo Sanchez'in önerisiyle Meksika'ya gidip iki yıl daha oynadıktan sonra futbolu bıraktı. Bir dönem Real Madrid'in genel direktörlüğünü de yapan Butragueno, İspanya futbolunun en çok saygı gören ikonları arasında yer alıyor. 
Metin Oktay, hala bizim Kral'ımız… 1991'deki ölümü onu unutturmadı. Rekorları kırılabilir, futbol her yıl yeni bir gol kralına taç giydirebilir ama, Türkiye'de Kral denildiğinde akla hep Metin Oktay gelir! 
Aynı gün, aynı yerde yaşanan bu iki öyküyü anlattığımda arkadaşlarım hep sorar bana :
"- Ee, o çocuk Butragueno muymuş?"
Onlara söylediğimi size de tekrarlayayım :
"- Yanıt yok!"
Hem, ne fark eder ki!

Attila GÖKÇE