30 Ocak 2011 Pazar

30.01.2011 İBB2 - BJK1 ST Süper Lig

Artık taraftar olarakta takım olarakta kabus haline gelen "zulümpiyat stadı" ve İBB takımı çilesine bir son vermek, FB-TS maçının olduğu haftayı max puan avantajıyla geçebilmek maç öncesinde hayallerimizi süsleyen düşüncelerdi.

Son maçlarda ülke çapına yayılan "ilk dakikalardaki korkunç baskı" ünümüz konusunda A.Avcının aldığı tedbir çok açık ve tahmin edilebilir cinstendi. Artık yıllardır ezberlediğimiz şekilde rakibe asla hızlı hücüm yapma şansı tanımayan her seferinde 11 kişi topun arkasına geçerek rakibi karşılayan, hasbel kader rakip hızlı çıkmaya kalkarsa taktik faullerle oyunu kesip bir şekilde o topun arkasına bütün takımı geciren bir taktik anlayıştı bu. Suçmu hayır değil tabiki ama sana takım olarak ya da teknik direktör olarak hiç birşey katmayacak bir felsefedir bu. Bu yüzdendirki sen hoca olarak en zavallı zamanlarında bile GS'a gidemedin ve takımın büyüklerin ligde en zaafiyet yaşadığı şu yıllarda bile bir Avrupa hedefi koyamadı koysada yakalayamadı. Bu durum bir takımı, bir hocayı tatmin ediyorsa o kendi vizyon ve çap sorunudur.

Evet maça Beşiktaş beklenildiği gibi başladı. Futbol denen sporda amaç neyse Beşiktaşında amacı onu yapmaktı. Rakibin alan daraltma, tempo düşürme gibi oyunu legal anlamda her türlü çirkinleştirme girişimleri başarılı oluyor Beşiktaş bir türlü istediği net pozisyonları bulamıyordu. Fakat Allah için yıllardır tanıdığımız İBB böyle durumlarda kontralarla pozisyon bulabilirken 35. dk da attığı gole kadar hatta attığı golde dahil tek bir pozisyon üretememişti. Ürettiği şeyler Guti'nin bacaklarındaki darbeye baglı ödemler ve morluklardı. Dk.35te kornerde Cenk'in insansı bir hatasında 4Beşiktaşlı yerinde tek İBBlinin önüne düşen top gol oldu. Şimdi burda duralım ve sahada elinde düdük olan "sırtlan" ne yaptı bir bakalım.
Hakemsin ve muhakeme yapmak işin. Adın bu mecbursun... Bak bakalım kim ne yapmaya çalışıyor? Acaba görevin sürekli sırıtarak futbolu çirkinleştiren faullerle oyunu sürekli kesen takımın oyuncularına cesaret vermek mi yoksa oyunun adil bir sekilde oynanmasını tesis etmek mi? Hakemsin ya hakimsin bi yerde yani oyuna da hakim olacaksın..
Dk45. Aurello kırmızı kart gördü. Bu pozisyonu bir düşünelim. Buna benzer pozisyonlarda sarı gören hatta hiç kart görmeden maca devam eden oyuncular oldumu daha önce başka maçlarda? Evet onlarca oldu hemde... Peki yıllardır bu ülkede top oynayan, hatta ileri gidip bir yabancı olmasına ragmen milli takımımızda oynayacak statü elde eden Aurello buna benzer rakibin sakatlanmasına yönelik "kasıtlı" fauller yaptımı hiç? Asla yapmadı.. Peki be adam hakemsin ya hani bu muhakemeyi neden yapamaz aklın!! 3 kişinin baskısı altında topu kaybetmeme mücadelesi veren bir adam topu saklamak adına ayağını topun önüne koymaya çalışıyor metrekareye 4 adamın düştüğü bir karmaşa içinde o ayak rakibin kaval kemiğine geliyor ve bu tamamen pozisyon gereği gerçekleşiyor. Birazcık top oynamış, birazcık futbolu takip etmiş birisi bu muhakemeyi yapar ve en şiddetli olarak sarı kartla bu pozisyonu sonlandırır. Ha yok benim standardım bu diyorsan ozaman Gökhanın Toramanın hayalarına taban vurmasınada aynı yaklaşımı göstereceksin.
Böyle olmadı ve çıkarıp kırmızıyı 2. yarıya 10kişi başlattın Beşiktaşı. Tamam bizde yedik yuttuk..

2. yarıya başlayan Beşiktaş "beni durduramazsınız arkadaş her türlü atıcam golü" dercesine sahadaki "general"leriyle "asker" mücadelesi vererek eşitliği yakaladı. İşin Türk futbolu açısından çok acıklı kısmı burda başlıyordu. Dakikalardır 10 kişi oynayan yorgun rakibinin karşısında güclü ve avantajlı 11inle 1-1e razı oluyorsun. O 10 kişi ise hala daha skora isyan edercesine saldırıyor. İşte bu yüzden sen o takımdan 6 puan aldığın halde "kücücük" olmaktan kurtulamıyorsun.

Her türlü olumsuzluğa rağmen Beşiktaş isyanını sonuna kadar sürdürmüş 3 puan uğruna her türlü riski almış ve 2. golüde yiyerek maçtan aslanlar gibi mağlüp ayrılmıştı. Bu esnada "sırtlan" ne yapmış? Gayet normal boyutlarda yan hakeme reaksiyon gösteren Schusteri tribüne yollamış. Sırf bu sebepten 5 dk duran maca 4 dk uzatma ekleyerek mantık sınırlarını zorlamıştır.
Bırakın bu işleri yaa! Reaksiyon refleksi olarak değil, cidden bu hakemlik işlerini bırakın! Başka iş yapın. Mesela sırıtmanın işe yaradığı meslekler seçin kendinize...

Biz takıma dönelim. Sahada son maclarda sürekli oynayan kadrodan farklı olarak Ekrem ve Sivok vardı. Bunlar Ersan ve Hilbertin yokluğunda zaruri tercihlerdi. Aslında Ersan olsa muhtemelen keseceği isim Toraman olur, Sivok yine oynardı ama sonuçta 2 eksik bu şekilde tamamlanmıştı. Bir de İsmail yerine Delinho tercihi yapmıştı Schuster. Bu değişimlerin etkisini hissettik maçta. Ekremi hiç bir zaman sağbek olarak görememiştim hele hele o mevkide Hilberti izledikten sonra bugünkü maçta anlaşıldıki Hilbert mevcut kadronun vazgeçilmez sağbekidir.
Sivok sakatlığı sebebiyle biraz tedirgin olsada görevini yerine getirdi. Fakat bizim emektar bir kaç hafta ara verdiği takımda sırıttı. Çünkü o bildiğimiz Deliydi ama Beşiktaş artık bildiğimiz Beşiktaş değildi. O sakatken yaşadığımız dönüşüme adapte olmakta zorlandığını hissettik. Takımın kalanıysa bildiğimiz gördüğümüz kalitelerini sahaya yansıtmaya çalıştılar. Simao meşhur frikiklerinden bir örnekte Beşiktaş formasıyla verdi bize. Fernandes ise artık iyice "burdaki forma benim hoca" demeye başladı.

Sağlık olsun.. Temiz bir kayıp olsa içimizde sıkılmayacak ama hedeflerimiz çok vizyonumuz büyük sağlık olsun der yolumuza devam ederiz. İBB denen takımın daha kaç sene bu mantaliteyle oynayacağını ve daha kaç sene böyle amaçsız ve taraftarsız bir şekilde liglerde yer alacağını da merakla bekliyoruz. Hadi bakalım...

28 Ocak 2011 Cuma

Az bilenler için Schuster

2010 yazından beri Beşiktaşın yıldızları ve hava alanındaki izdihamlı karşılamalar konuşuluyor ama aslında ilk düşen ve diger yıldızlarıda kendine ceken o en büyük yıldızın nedense yeterince hakkı verilmiyor. Kısaca Schusterden bahsetmek lazım şükür baabında.

İlk yarı işler biraz kötü gitmeye başladıgında medya genlerinde var olan "kaotik haber uydurma" alışkanlığıyla Schusterin hayli üzerine gitti. Arkaya atılan toplar sanki gazetelerin spor servislerinin camlarına gelmiş maddi hasar vermiş gibi söylenip durdular. Schuster sanki popstarmış gibi onu beyin kullanmadan üretilmiş polemiklerin icine sokmaya çalıştılar. Antremanda basına açılan 30dk içinde dünya starlarını fotoğraflamak yerine Schusteri esnerken çekmeye çalıştılar. Farkedilince Schusterin "onu çekmeyin gelin bunu çekin" anlamında kavradığı yerleri yakalayıp günlerce Schusterin avuçlarındakini gündem yaptılar. Hatta resimdeki yaka kartını takmamasını bile kullanmaya çalıştılar. 3 cephede çarpışan takımın ligde kan kaybetmesi puan farkının çift hanelere çıkması böyle sakin sakin karşılanacak bir durum değildi kaos yaratılmalıydı. Ama ne yaptılarsa, ne yazdılarsa tribünlerin ve yönetimin hocaya olan inancını sarsamadılar.
Bugün tüm futbol severler Beşiktaş maçlarını merakla takip ediyor. Bilinen birşey varki Beşiktaş her takımı yenebilir, her hangi birinede yenilebilir ama ne olursa olsun o maçta futbol adına güzel şeyler olur. "Buraya gelirken 60lı yılların futbolunu beklemiyordum" diyen adam takımına 60lı yılların futbolunu oynatmaz. Bu sayede gözümüz açılır gönlümüz açılır..
Lig başlamadan başlayan sakatlıklar eğer bu oranda devam ederse görünen o ki yakın zamanda bu seyrettiğimiz takımda işler kötü gidebilir. İlk yarı 30 kişilik kadroyla yola çıkıp deplasmandaki Porto maçına kulübede 2 yedek kaleciyle cıktıysa bugün hangisini oynatsam diye karar veremediği yıldızlarının bir kaçı birden sakatlanabilir Schuster. İyisimi şimdiden az bilenler için bir kaç kelime hocanın kariyeri üzerine etmek lazım.

Futbolculuk kariyeri başarılarla dolu olan sarı melek 1997 senesinde SC Fortuna Köln ile Teknik Direktörlük kariyerine başladı hemen ertesi sezon şehrin asıl takımı olan FC Kölnü çalıştırmaya başladı ve 2.ligden Bundesligaya cıkardı.
2001de İspanyanın Xerez takımının başına geçti ve bu küçük klübe tarihlerinin en iyi sezonlarından 2 sini yaşattı.
İspanyada mesut mutlu yaşarken Shaktar "ona reddedemeyecegi bir teklif" yaptı ve Ukraynaya geçti. Burada şampiyonluğu kaçırmasından dolayı kovuldu ama ertesi hafta takımı Ukrayna kupasını kaldırmıştı.
Bu maceranın ardından 2004te İspanyaya geri dönen Schuster Levante takımını çalıştırmaya başladı işler kötü gidince kovuldu fakat bunun peşinden Levante tek bir maç bile kazanamayıp küme düştü.
2005te Getafeyle anlaşan Schuster ilk sezonunda klübe tarihinin en iyi sezonunu yaşattıktan sonra 2. sezonunda kral kupasında final oynayarak avrupa kupalarına katılma hakkı kazandırdı. Bu parıldama ona 2007de Real Madrid kapılarını açtı.

Getafe ile sözleşmesinde, sözleşme bitmeden ayrılırsa €480,000 ödeneceği yazıyordu. Schuster, Madrid'e gitmek için bu ücreti kendi cebinden ödedi. 2007-2008 sezonunda takıma büyük yıldızlar transfer ettirmiştir. FC Barcelona'dan Javier Saviola, FC Chelsea'den Arjen Robben, Manchester United'tan Gabriel Heinze, Ajax Amsterdam'dan Wesley Sneijder gibi yıldızları Madrid ekibine gelmiştir. Bugün aynı şekilde Beşiktaşın aldığı dünya yıldızlarında nekadar etkili oldugunu unutmamak lazım. Real Madrid ile sezona çok iyi başlayıp, liderliği yakaladı. Ligin başından beri hiç yenilmediler. Ezeli rakipleri Barcelona'yı onların sahasında yendiler. Ancak Şampiyonlar Ligi'nde Roma'ya elenince Schuster'in gönderileceği dedikoduları çıksa da kulüp bunu reddetti.

4 Mayıs 2008'de Schuster ligin bitimine 3 maç kala, Real Madrid'e 31. şampiyonluğunu kazandırdı. 18 Mayıs'ta lig bittiğinde ise Real Madrid o zamana dek aldığı en yüksek puana (85 puan) ulaşmış ve Barcelona'nın rekorunu kırmıştı. 2008 İspanya Süper Kupası'nı da kazandılar. Sonraki sezon ise 4-3'lük Sevilla yenilgisi ile yönetimle sorunlar yaşayan Schuster, Barcelona'yı derbi maçında yenemeyeceklerını söyleyince kovuldu.

İşte böyle bir hoca Schuster. Bugün öyle "tip"ler gazetecilik ya da yorumculuk kisvesi altında öyle şeyler söylüyor ki ben ekran karşısında kızarıp utanıyorum. Şimdilerde takım güzel işler yolunda ama 2 gün sonra bu densizler yine başlayacak o yüzden ben şimdiden bu az bilenlere bir nebze hatırlatayım dedim.

He biz tanımayız derseniz eskiden bedenen yapsada artık icraatlarıyla şu hareketi yapacaktır sizlere

27 Ocak 2011 Perşembe

26.01.2011 BJK2 - TS1 Ziraat TK




Her iki takımın penceresinden farklı görünümü olan bir mactı. Maç öncesinde yine bütün futbol camiası merakla Beşiktaşın son mactaki patlamasını Trabzon karşısında da yapıp yapamayacağını görmek istiyordu.
Beşiktaş sahaya Bucaspor kadrosuyla çıkmış bir yerde Schustere "takımı çok kurcalıyo bu kadar rotasyon olmaz" diyenlere "sakatlık yorgunluk olmasa bizde biliyoruz en iyi 11i sürekli sahaya sürmeyi" demişti. Trabzonsporda özellikle hücüm bölgesinde daha çok yedeklere yer vermiş bir yerde a takımla çıkıp yenilerek haftasonu motivasyonumuzu alt üst etmektense bu yedek ağırlıklı kadroyla denedik olmadı demeyi tercih etmişti.Son mactaki kadrodan 5 oyuncuyu değiştirmişti. Hatta sadece yedeklerle çıkmakla kalmamış ilk yarı 2-0 geri düştüğü anlarda bile takım olarak hızlı ve kalabalık hücum girişimlerinde bulunmamıştı.
İlkyarıya yine sahadaki her adamıyla ve sahanın her bir yanından hücumu düşünerek başlamıştı Beşiktaş. Böylesine bir baskı karşısında gercekten lig lideri a takımıylada oynasa ilk yarım saatte 2-0 geri düşmekten kurtulamazdı. Bu durumda Şenol hocanın kaçamak kadroyla çıkma tercihi doğruydu diyebiliriz. Karşılaşma müthiş Beşiktaş baskısıyla erkenden 2-0a geldikten sonra yine ataklara devam eden ama daha düşük tempoya inen bir Beşiktaş izledik ama devre arasından cıkar cıkmaz ilk atakta yenen gol ve bu golün şokuyla sarsılmaktayken verilen pozisyonda direkten dönen top 2. yarının ilk 20 dakikasında Beşiktaşın sahadaki dengesini bozmaya sebep olmuştu bu dakikalarda gözlerimiz ve sahadaki ayaklar hep Gutiyi aradı dakika 65 sonrasında kısmen buldu ve 2. yarıyada denge gelmiş oldu. Skor 2-1 iken grubun diğer karşılaşmasında Antep Belediyenin beraberlik golünü yediği haberi Trabzonunda temposunu düşürmeye sebep olmuş ve artık son 10 dakikaya girerken maç iyice hamur kıvamına gelmişti. Derken son dakikalarda gelen gol haberi birden Trabzon adına herşeyi altüst etti son 3-5 dakikada gruptan elenmenin etkisiyle bir çırpınış olduysada sonuc değişmedi alacağımız yine hakkımızla aldık bitti gitti.
Karşılaşmada hafızalardan ve gözlerimizden silinmeyecek jenerik kıvamında bir Q7 golü vardı ki son 2 maçtır şahsi oyunuyla eleştirilen hatta Sergenin daha da ileriye giderek bir işe yaramadığını idda ettiği Quaresmanın sözsüz cevabı niteliğindeydi. Almeidanın siftahı, Simaonun takıma katkısı, İsmailin Yattara karşısında "delinho"vari etkinliği, Fernandesin "ben bu şekilde şutlarımla size acaip goller izleticem" sinyali Q7 yanında bahsedilmesi gereken güzel noktalardı.
Etkisiz Nobre takımın kötüsüydü. Hilbert ve Aurello herzamanki standartlarının altına düşmediler. Göbekteki oyuncularımız "Sivok olmayınca savruk bi takım oluruz" dedirtti. Guti ise belki yediği tekmelerden belkide yakın markajdan olacak cok fazla etkili olamadı ama bu muhtesem insana buda yakışır. 
Gecenin yıkımı ise mactan saatler sonra aldığımız Ersan haberiydi. Malesef çapraz bağları yırtılan Ersanı sezon sonuna kadar kaybettik. Buna Türk toplumunda nazar derler ve böyle durumlarda "Gözü olanın gözü çıksın" denir. Ersan bizim için ve milli takım için çook büyük bir kayıp oldu. Çeyrek final sevincimizi yumruk gibi boğazımıza düğümledi. Allah acil şifalar versin, Schustere de İBB maçında defansın göbeginde kimi oynatacagını bulması icin akıl fikir versin...

24 Ocak 2011 Pazartesi

Siz hiç Beşiktaşlı oldunuz mu?

İstanbul otogarı viyadüklerin çevrelediği bir örümcek ağıdır. Ağlarına yalnız bahtsızlar takılır. Parası olmayanların kaderleri değişmese de yerlerinin değiştiği bir başlangıç, yada sondur burası. Hele öğlen kalkan yada öğlen ulaşan otobüslerin yolcusuysanız bu hayata sarılma direncinizin ilk test yeri yine bu otogardır.
Öğlen ezanı okunuyordu.Nisandı ama hala kaşkollara sarılmış insanlar, ciğerlerinden çıkan havayı kaşkolun içine üfleyerek ısınmaya çalışıyorlardı. Artvin’e gidecek otobüs yolcuları sigaralarından son bir fırt çekip, otobüsün basamaklarını çıkıyorlardı. Muavin bagaj kapaklarını kapattı, peron görevlisi içerideki yolcuları sayıp, kafasını arka kapıdan uzatıp bağırdı.
”22 numara, 22 numara...”. 22 numara yoktu. Tam o sırada bir ambulans yanaştı yan perona. Ambulanstan gözaltına kadar sakallı bir adam indi. Muavine el kol yapıp otobüsü durdurdu. “Bagaj var mı?” muavin. Adam “yok, ama cenazem var” dedi. Muavin yıkıldı. Çünkü ağzına kadar dolu bagajı indirip, tekrara yerleştirmek demekti bu. Peron zili çalıyor ama Artvin otobüsü hala bagajlarını topluyordu. Tabut orta kısma sürüldü, ambulans sessizce ayrıldı yan perondan. Yolcular cama dayanmış, efkarlı gözlerle izliyordu olan biteni. Terden pembeleşmiş yüzüyle muavin adamı buyur etti içeri, otobüs yola düştü.

22 numara yolcusunu merakla süzdü otobüs.Müsade isteyip yerine oturdu. Yanındaki yolcu merakını kustu hemen,
“ Allah rahmet eylesin, yakının mıydı?”
Adam düşündü uzun uzun,
“Mehdi” benim neyim oluyor diye. İçini çekip,
“ Kardeşim di” dedi. Otobüs köprü üzerinden geçiyordu.Adam içinden,
“ Mehdi, son kez hisset boğazı” diye geçirdi. Uzun yol başlıyordu.

Adam kitabını açıp okumak istiyordu ama yanındaki yolcu kıpır kıpırdı. Sürekli içleniyor, vah vah çekiyordu.
“ Kaç yaşındaydı” diye sordu yolcu. Adam,
“Tam olarak bilmiyorum, ama benim yaşlarımdaydı”
“Yahu kardeşim diyorsun yaşını bilmiyorsun” diye hayret dolu çıkıştı yolcu.
“Kardeşim dediysem, öyle değil” dedi adam.
“Ya nasıl” dedi yolcu.
Uzun bir sohbet başlıyordu, Otobüs İstanbul sınırlarından çıkarken.

Mehdi’yi ilk kez hapishanede gardiyanlarla dövüşürken gördüm. Alt koğuşlarda, *** fraksiyonunun koğuşlarında kalıyordu. Orada kavga çıkınca bizim koğuşa postaladılar. *** fraksiyonu ile bizim koğuşun görüşleri ters olduğundan kimse yüzüne bakmadı Mehdi’nin. En dipte benim ranzanın sağ altına yatırdılar onu. Birkaç ay kimseyle konuşmadı. Yemek yaptı, topladı, çay dağıttı. Havalandırmada yalnız dolaşırdı. Koğuş eğitimlerimize katılmazdı, anlamam öyle şeylerden der kenara çekilirdi.Anladım ki fraksiyoncu filan değil.Bir harita metod defterine gazetelerden resimler kesip yapıştırırdı geceleri. Her koğuş baskınında Jandarma o defteri bulur yırtardı. Bizim zulayı bilmediğinden her seferinde yeni defter bulur, bir dahaki baskına kadar çalışmasına devam ederdi. Bir sonraki baskın tiyosu geldiğinde haline acıyıp, defterini bizim zulaya attım. Jandarma döşek altını açıp defteri bulamayınca Mehdi hayretler içinde kaldı. Ona aldığımı söylemedim, merak ediyordum çünkü deftere neler yapıştırdığını. Herhalde karı kız resimleridir, hela için malzeme yapıyordur diye düşünüyordum.

Öyle ya Jandarma bulur bulmaz paramparça ediyordu defteri. Işıklar sönünce zuladan çıkardım defteri. Gözlerime inanamamıştım. Koğuşta kimsenin okumayıp bir kenara attığı, ziyaretlerde don, sigara sarılıp getirilen, iaşe sandıklarının üzerinde gelen ne kadar spor sayfası varsa ayıklanmış, içlerinden ne kadar Beşiktaş ile ilgili haber varsa kesilip bu deftere yapıştırılmıştı. Resimlerin kimilerinin üzerinde domates çekirdeği vardı, kimileri sonradan ütü vurulup düzleştirilmiş buruşukluktaydı. Ama her birinin altında tarihi düşülmüş, önemli yerlerinin altı çizilmişti. İlginç gelmişti bana Mehdi.

Bir sabah yoklamasında yanında durdum. Pantolunuma soktuğum defteri arkadan sıkıştırdım eline. Şaşırdı. Çocuk gibi sevindi. Teşekkür etmek istedi, konuşmadım onunla. Ajan damgası yiyebilirdim koğuşta. Havalandırmada yolumu kesti.
“Sağol” dedi. Sigara tuttum ona. Çömeldik.
“Kimsin, necisin, ne arıyorsun siyasilerin mapushanesinde” dedim.

“Vallahi bende bilmiyorum, neci olduğumu bende bilmiyorum” dedi Mehdi.
“Peki anlat o zaman” dedim.
“Kimseye demek yok ama, söz mü” dedi.
“Söz” dedim.

Eylül 80 yılıydı. Malum stad bir tane. Ülke bir savaş yaşıyor ama bizim derdimiz kapalıyı kaptırmama savaşı. Akşamdan yığıldık, sabahlıyoruz kapalının kapısında. Kimimizin koynunda şarap, kiminde emanet, kiminde yarım somun ekmek. Baskın yemeyelim diye üçer üçer erketeye çıkıyoruz Maçka tarafına, Dolmabahçe’ye, spor sergiye. Ben gece üç gibi Maçkadayım. Motorcular geliyordu aşağıdan. Son seferinde karşıdan grup indirmiş, nümayiş yapacaklarmış dikkat et dediler. Bıçkın delikanlıyız o zamanlar, semtimizde nümayişe tahammülümüz yok elbet. Bir o sokağa dalıyorum, bir bu sokağa derken bir baktım, o grup duvara tezahürat yazıyor. Allah dedim, çektim emaneti üzerlerine yürüdüm.

On kişiydiler, dayak yerim ama hiç olmazsa bir ikisini indiririm dedim ama beni görünce hortlak görmüş gibi kaçmaya başladılar, bende arkalarından. Meğer benim hemen arkamda Polis varmış, ben onları kovalıyorum, koşuyorum, polis hepimizin arkasından koşuyor.

Girdik bir çıkmaz sokağa, çocuklar durdular, elleri havada, ben hala bana teslim oldular diye havalardayım, Polis arkadan ışık tutunca uyandım, elimde emanet, kolum havada, megafondan “at elindeki silahı” diye bağırıyor, ben kala kaldım. İçimden sıçtık şimdi dedim ama yırtarız. Çocuklar bilmem ne örgütünden, ben orada saf saf bir adam, polis minibüsünde Gayrettepeye vardık. Nezarete oturduk, geçmiş olsunlaştık. Çocuklar duvara yazı yazacakalarmış meğer, ben onları ne zannettim, güldüm kendi kendime, bir an önce salsalar da maça yetişsem diyorum hala. Nezarette çocuklardan ayrılıp duvara yaslandım, sabah oluyordu, sigara tuttu arkamdan biri. 

Uzandım aldım, hırsızmış, basılmış evde salak. Durumu anlattım güldü bana. Rakip takımı tutuyormuş, iyi beklememişsin maçı nasılsa koyacaz size dedi. Ağırıma gitti zırtapoz hırsızın lafı, koydum kafayı burnunun üstüne, dağıldı ağzı burnu. Apar topar çıkardılar dışarı. Tehditler savurdu bana. Hadi lan ikile, dedim arkasından. Sabah dokuz gibi sorguya aldılar teker, teker. Sıra bana geldi. Klasik sorgu odası işte. İçim rahat, ifadeyi verip gideceğim maça. Aaa, bir baktım bizim hırsızıda aldılar odaya, oturdu karşımda.

Burnu tamponlu, sargı içinde. “Noldu lan yetmedi mi?” dedim. Koltuğunun altındaki silahı görünce yıkıldım. Sivilmiş meğer, nezaretten laf almaya karışmış, nasıl yedim bu numarayı diye kendi kendime kızdım. 

Diğer çocukları salmışlar mahkemeye kadar, ama bizim kırık burun davasından “ memura karşı koyma ve darptan” kalakaldık. Maç gitti, ama asıl giden benim hayatımdı. Asker ertesi gün darbe yaptı. Memurun raporuna göre hala ben örgüt üyesi zanlısıydım. Darbenin ilk günlerinde kurulan mahkemelere çıkartıldım. Konuşturmadılar bile. Sonrası o koğuş senin, bu koğuş benim. Her koğuş derdimi anlattıkça bana ajan muamelesi yaptılar. Bende kimseyle konuşmamaya başladım.


Dışarıda hala bizim tribünden avukat çocuklar uğraşıyormış ama yakalandığım grup çok sivriymiş, çok vukuatı varmış, yırtamaz demişler. Bende bir umuttur bekliyorum iki yıldır, ama şu gardiyanlara gıcık oluyorum, ne olduğumu bildiklerinden ne zaman maç kaybetse Beşiktaş abuk subuk hareket yapıyorlar, bende dalıyorum, sonrası jandarma dayağı, bıktım, ağzımda diş kalmadı.

Otobüs otobanı bitirmiş, yola döner dönmez, mola vermişti. Yolcuya kalsa hikayenin devamını dinlemek için tuvalete gitmemeye razıydı. İkide bir vah, vah diyor, yorum yapmak istiyordu. Adam aşağı indi, bir sigara yaktı. Hava soğumaya başlamıştı. Bagaj sıcak mıdır, diye düşündü. Ölüler üşümezdi oysa. Çaylarla birlikte üst üste, hızlı, hızlı sigaralar içildi. Anons yapıldı, otobüs mola yerinden ayrıldı. Meraklı kulaklar dikildi, VCD’de oynayan filmi kimse seyretmez olmuştu. Adam devam etti.

Mehdi’nin bir arkadaşı olmuştum artık ben. Okumamıştı, ama hayat onu yetiştirmişti. Bize katıl dedim ona. Anlamam o işlerden, sevmem o işleri dedi. Olsun vakit başka türlü geçmez, gel otur akşamları sende tartış bizimle dedim.

Koğuş sorumlumuza durumu anlattım. Ajan olabilir dedi. Ben kefil oldum Mehdi’ye. Oturdu o akşam bizimle. Kısmetsiz Mehdi’nin ilk gecesi de şanssız başlamıştı aramızda. Okuma yapılacaktı. Zuladan kitaplar çıktı. Herkes harıl harıl okumaya başladı. Yan gözle Mehdi’yi seyrediyordum, okumak ne kelime, kitaba bakmıyordu bile, sonra harita metodunu soktu kitabının arasına, yine kendi dünyasına daldı. Ama onu bekleyen bir sürpriz vardı ki, okunan kitabın bölümü hakkında tartışma yapılacaktı gece yarısı.

Bölüm bölüm herkes koğuş sorumlusunun soruduğu sorulara yanıt veriyordu. Sıra Mehdi’ye geldi. Ben gözlerimi kapadım, çıkacak cümbüşü ve Mehdi’nin sorumluluğunun bende olduğunu düşünerek başıma gelecekleri düşünüyordum. Koğuş sorumlusu sordu “ Mehdi, teoride yenilmek kişi benliğinde ideolojiyi zedeler mi?” . Ben yer yarılsa da içine girsem diye düşünürken Mehdi gırtlağını temizledi, konuşmaya başladı, kulaklarımı tıkadım.

“ Bir harekete taraf olmak, eğer ona aşk ile bağlanmamışsan sana kaçacak çok fırsat bırakır. İnsanın kendi dünyası bencillik üzerine kuruludur. Benlik, bencillikten türemiştir. Teori diye tanımlanan hareket, insanın bencilliğini beslemezse kaybolur gider. İşte insanoğlu harekete saygını yitirmemek için aşkı doğurmuştur, beyninde aşk olmazsa benlik yada bencillik, teoriyi zorunluluk haline getirir. Teoride yenik düşmek, eğer teorinin insana salgıladığı aşk yoksa yenilmektir. Ben sevdalarıma hiç yenilmedim”

Sessizlik oldu. Kulaklarımı diktim sessizliğe. Felsefenin temel ilkeleri, bir adamın sözleri karşısında yenik düşmüştü. Işıklar söndü, herkes o gece öğretilen teoriyle aşkını koydu teraziye. Birkaç gece geçti. Koğuş sorumlusu Mehdi’yi istedi yanına. Ajan olup olmadığını dışarıdan sorgulamıştı. Hiçbir kayıt yoktu. Direk sorgu yapacaktı. Havalandırma sırasında ben, Mehdi’yi karşısına oturttu, hikayesini ona da anlattı Mehdi.

“Peki, sen bunca felsefe kitabıyla boğuşup vardığımız yargıları, bir aşka bağlayıp nasıl sonladın Mehdi? “ dedi koğuş sorumlusu.

“Siz hiç Beşiktaşlı oldunuz mu?” diye sordu Mehdi ve devam etti.
“ Yaşadığımız bu hayatı nasıl yaşayacağımızı biz kitaplardan öğrenmedik veya şu doğrudur diye kimse bize destur vermedi. Hayatı eğrisiyle doğrusuyla yaşadık dibine kadar. Ve bizim yaşayışlarımızın bize gösterdiği doğrular oldu, yeri geldi bizim yanlışlarımızı doğru uygulaması için abi olduk. Bir felsefemiz oldu yalnız yaşanmışlıklardan. Şimdi siz başkalarının hayat deneyimlerinden türettiği felsefe ile değil kendinizinkini , bir ülkenin kaderini çizme yarışına giriyorsunuz. Peki kendinizi, yeteneklerinizi ve harekete olan aşkınızı ne kadar biliyorsunuz. Veya bu coğrafyada yaşayanlar sizin için ne ifade ediyor” diye konuştu Mehdi.

Ben yanılmıştım. Üniversiteler okumuştum, kitaplar yutmuştum, makalelerim çıkmıştı dergilerde ama Mehdi’nin Beşiktaşlılık üzerine yaptığı küçük bir yorum bile felsefemizin ne kadar kitaba ve teoriye bağlı olduğunu bana göstermişti. İleriki günlerde Mehdi o bize biraz sığ ve argo jargonu ile Beşiktaşlılığı anlattı. O zamana kadar sporu, hele hele futbolu küçük burjuva eğlencesi olarak, toplumun afyonu sayan bizler, Beşiktaşlılık felsefesi içinde fanatik bir taraftar olup çıkmıştık.

Şimdi anlayabiliyorduk Mehdi’yi, bu kadar bir futbol takımını sevip, maçlardan, seyirden, gazetelerden, radyodan bu kadar uzak kaldığı halde Beşiktaş’ı bu kadar sevebilmesini. Çünkü sahada oynanan oyun değil, taraf olmanın hazzı yakıyordu ve bağlıyordu beynini.

82 yılında duruşmalarımız hızlanmıştı. Kararı çıkan kendi memleketine yakın cezaevine naklini istiyor, orada daha rahat edeceğini düşünüyordu. Mehdi’ye yapışan örgüt davası çok dallanmış, hakkında ağır kararlar çıkar hale gelmişti. Çok idam vardı ve Mehdi hala suçsuzluğunu kanıtlayamıyordu. Bu arada çok uzun yıllardır şampiyon olamayan Beşiktaş şampiyonluğa koşuyordu. Akşam saat yedide herkes haberlere kulak kesmişken Mehdi bir an önce spor haberlerinin gelmesini bekliyordu. Yaza doğru karar çıktı, devlet düzenini değiştirmek amaçlı suç örgütüne üye olmaktan idamı istenmişti Mehdi’nin. Hakim daha önce işlenmiş suçu olmadığından hafifletici sebeplerle cezasını müebbede çevirmişti. Bu tam bir yıkımdı. Mehdi’yi sakinleştirmek için yanına gittim. Zaten sakindi ama hüzünlüydü.

“Şimdi olacak şey mi bu müebbet. Yani ben bir daha hiç Beşiktaş maçı seyredemeyecek miyim şimdi?” dedi Mehdi ve devam etti.
“Birde benim sevdiğim vardı biliyor musun? O benim sevdiğimin farkımda bile değildi ama ben onu çok severdim, bir veda bile edemedim.” Mehdi sevdiği kızı uzun uzun anlattı bana. Yüzünü anlattı, ellerini anlattı, gülüşünü anlattı, evinin önünü anlattı, bakışlarını anlattı. Beynimde zehirli bir düşünce, o anlatırken, kızın resmini çizmişti gözümün önüne. Söyleyemedim ama bende aşık olmuştum o kıza, Mehdi’nin kızına.

Karara çıktıktan sonra temyiz istedi ama nafile. Artık buralarda kalmasının anlamı yoktu. Nakil istedi. Hem de kimselerin tahmin edemediği bir yere, Eskişehir’e. Ki en kötü şartlardaki cezaeviydi o dönemin. Ama Beşiktaş orada oynayacaktı, şampiyon olacağı maçı. İdare seve seve kabul etti, bir ilk yaz günü elinde bavul, ardında bizleri bırakıp çekip gitti. Giderken sanki mahpusluğa değil, İstanbul’dan Es-es deplasmanına giden çocuklar gibi bir tebessüm vardı yüzünde.

Otobüs gece yarısı Samsun otogarına girdi. Uykudan ağırlaşmış gözlerde bir hüzün vardı. Bütün otobüs bu hikayeyi dinler olmuştu artık. Yemekler yenildi otogarın lokantasında, adam hürmet görüyordu ve şoförlerin masasındaydı artık. Biran önce otobüse dönüp Mehdi’yi dinlemek istiyorlardı.Oysa Mehdi bagajda kendi hikayesinden habersiz, öylesine cansız toprağa doğru seyrine devam ediyordu.

“Sonra ne oldu, görüşebildiniz mi?”diye sordu şoför.Adam kaldığı yerden devam etti.

Bizim koğuş az bir ceza ile yırttı bu işten. Üçer beşer yıl yatıp çıkacaktık. Bu sevince birde Beşiktaş’ın Eskişehir’i 3-0 hükmen yenip şampiyon oluşu da eklenince, o gece hem Mehdi’yi anmak, hem de şampiyonluğu kutlamak için eğlence tertip ettik. Bir hafta sonra bende ayrıldım oradan.Bursa hapishanesinde sevk oldum, iyi bir yerdi. Ama Eskişehir’ den inanılmaz haberler geliyordu. Kıyım vardı, çok zor haber alabiliyorduk.

Mehdi gelen sevklerle iyi haberlerini gönderiyordu, birde boncukçuluğa merak sarmış, çakmak kılıfıydı, anahtarlıktı, siyah beyaz hediyeler gönderiyordu bana. Ara sıra mektupta yazıyordu, ama yarısı yırtık, karalanmış ve silinmiş şekilde. Silinmeyen yerlerinde o kızdan bahsediyordu yine.Küçük bir isyan var diye duyduk Eskişehir’de. İçim içimden gitti Mehdi dedim. Bir şey olmamış ama sürmüşler doğuda bir yere, haber gelmedi sonraları. Ben tahliye oldum. Mehdi’yi aramaya koyuldum ama nafile. Eskişehir deki isyanı o başlatmış.O yüzden gittiği yeri söylemiyorlardı. Avukatlar tuttum, işi kovaladım ama devir bizim devrimiz değildi. Çaresiz İstanbul’a döndüm. İçim içimi yiyordu. Mehdi’yi bulamıyordum. Arkadaşlarını buldum, Beşiktaş’ta. Onlarda kovalıyorlardı işi ama nafile. Birden karşıma o çıktı. O kız. Mehdi’nin sevdiği kız, Mehdi’yi sordu. Büyülenmiştim. Konuşamadım bir süre. Bir muhallebicide oturduk, uzun uzun anlattım ona olup bitenleri. Ama içimin yağları eriyordu ona baktıkça. Sık görüşmeye başladık, bir süre sonra Mehdi’den çok birbirimiz hakkında konuşmaya başlamıştık.

Adam bunları anlatırken bir homurtu oldu otobüste, yapılır mı bu diyordu bir kısmı, diğer yandan niye olmasın diyordu arka taraftakiler. Otobüs Karadenize paralel virajları ala ala, saatler sabaha karşı Vakfıkebir’e ulaşmışlardı.Adam devam etti;
Onunla evlendim. Beşiktaş’ta ev tuttuk. Mehdi’den haber yoktu. İşsizdim. Zor geçiniyorduk. Özal zamanına çabuk uymuştu koğuş arkadaşlarım. Reklamcı oldular, gazetelerde yazar oldular, hepsi yolunu buldu. Mehdi geliyordu aklıma ve söyledikleri. Hani o benlik bencilliğe dönmesi, aşkı,sevdası. Nerede kalmıştı o yüce teoriler. Hepsini bir çırpıda silmişti mahpus dostlarım. Çocuğumuz da oldu bu sıkışıklıkta, adını koymakta tereddüt etmedik. “ Mehdi”

Onun alışkanlıkları bana geçmişti sanki. Tribün tayfası olmuştum, bir iş buldum sonraları.Kalem katipliği gibi bir şey belediyede. Yıllar geçti, Mehdi’den haber yoktu. Kimileri gördüğüne yemin ediyordu, yeni açıkta. Ama ben görmedim. İzini sürmeyi bıraktım.Yıllar geçti aradan. Bu sene bir maçta yeni açıkta bayrağını siyah beyaza çeviren partililerin arasında görür gibi oldum sanki . Saçları beyazlamış bir adam peşinden koştum, yetişemedim.O muydu, değil miydi, çok kuşkulandım. Tekrar aklıma düştü Mehdi. Araştırmaya koyuldum ve buldum onu.

Dosyasını çabuk çabuk okudum. Mardin’de, Antepte, Bingölde yatmış.Hastalanmış. Yaralanmış.Önceden suç işlediği maddeler Avrupa Birliği uyum yasalarıyla ortadan kalkmasıyla suçları da ortadan kalkmış, sonrada Rahşan Hanım affından salıverilmiş. Demek doğruymuş, oymuş. Sonra muhtarlıkları dolaşıp kaydını aradım. Bulamadım. Ta ki geçen haftaya kadar.

Uyku çökmüştü otobüse. Artvin gözüküyordu ama viraj, viraj, viraj. Ulaşılamayan bir kartal yuvasını andırıyordu Artvin. Adam yorgunluktan kısılan sesi ile bitiriyordu hikayesini.

Geçen hafta iki polis geldi evime. Polis gelince bir korku aldı beni , mahpusluktan kalma alışkanlıkla. Bir kağıt tutuşturdular elime. İstinye Devlet hastanesinden çağırıyorlardı beni. Ne için diye sordum, tespit dediler. Ceketimi aldım çıktık. Hastanenin bodrum katına indirdiler beni. Morg odasına bir sürgü açılmış, beyaz bir çarşafın başında bekliyordu morg bekçisi beni. Çarşafı kaldırdı, yatan Mehdi’ydi. Öylesine yaşlanmış, saçları beyaz, mutlu ve ihtiyar ceset yatıyordu sedyede.

“Başınız sağ olsun, giriş kaydına sizin isminizi yazmış yakını olarak, kardeşinizmiş, Allah sabırlar versin”

Morg kadar soğumuştu damarlarımdaki kan. Yıllardır aradığım adam karşımdaydı, sarıldım ona çaresiz . Evrakları hazırladılar, işlemleri yaptırdım. Ben ve bir tabut gecenin yarısı baş başa kalmıştık. Doğum yeri gözüme çarptı Mehdi’nin. Artvin. Ertesi gün onu Artvin’e götürüp gömmeye karar verdim.

“Peki kimi kimsesi kalmamış mı garibin İstanbul’da” dedi muavin.
“Yok, ölmüş hepsi, eniştesi de devlet memuru olduğundan başım belaya girmesin diye bulaşmadı cenazeye” diye cevap verdi adam. 

Artvin otogarına girdi otobüs. Omuzlar üzerine alındı Mehdi. Yukarı mahallede bir camiye götürdüler. Otobüs yolcuları cemaat olmuştu. İmam sordu,
“Nasıl bilirdiniz?”
Hep bir ağızdan “iyi bilirdik” sesi yankılandı.
Yalçın bir kayalık gibi mezarlıkta, kartal yuvasında buluştu toprakla Mehdi.
Ama Beşikt”Aşk”ı hiç ölmedi!

Yazan: Göksel DUYUM

22 Ocak 2011 Cumartesi

21.01.2011 BJK5 - Buca1 ST Süper Lig

Ey futbolsever al sana futbol..
Ey Beşiktaş'lı al sana Beşiktaş..



Çok özlemişiz futbolu. Öyleki bu mac öncesinde sadece biz Beşiktaşlılar değil rakip takım taraftarlarıda çok heycanlıydı. Çok güzel bir 2.yarı bizleri bekliyor. İnsan "ah ulan bokmu vardı ilkyarı bu kadar puan kaybedecek" demekten kendini alamıyor. Beşiktaş belli etti ki önümüzdeki günlerde ilgi odağı bir takım olacak fakat bu güzellikler şampiyonlk umuduyla süslense çok daha keyifli olacaktı. Sağlık olsun biz 1 senedir Beşiktaşlı olmadığımız gibi bu senede son senemiz degil yeterki doğru şeyler yapılmaya devam edilsin 14 değil 144 puan geride de olsak mutlu olmayı biliriz biz.



Açıkçası dün mac öncesinde temkinliydim biraz. İlk yarı İnönüde patlama beklentisiyle çıktığımız o kadar çok maçta talihsizlik yaşamıştık ki dün kazasız belasız 3 puan almak ve az biraz yeni oyuncularımızla tanışmak yeterli olacaktı benim için. Dilim 5 atarız demeye varmıyordu çünkü vakti zamanında çok yanmıştı o dil...

Schuster ve mantalitesi takımımızın başına geçtiğinde çok sevinmiştim çünkü büyük takım, Ertuğrul hoca döneminde ya da Denizli döneminde oynadığımız anlayışta top oynayamaz. Büyük takım o dönemki gibi lider olacagına şimdiki gibi 14 puan geride kalsa bile sahada büyük takım oldugunu herzaman hissettirir. İşte bu yüzden hiçbir güç Beşiktaş taraftarını takımından soğutamadı bunca puan kaybına rağmen. İlk yarı boyunca takımın yapmaya çalıştığı bir "şey" vardı ama gerek sakatlıklar gerek futbol içindeki talihsizliklerle bu "şey" bir türlü olmuyordu. İçerdeki maçlarda erken gol bulmak adına rakibi dört bir yandan kuşatmış yüklenirken -tıpkı dün akşamki maçın ilk 10dakikası gibi yüklenirken- bir kontra, bir hatalı pas, bir bireysel hata oluyor ve hesaplar tersine dönüyordu. İşte tam olarak dün akşam becerdiğimiz şey o ilk yarı boyunca bi türlü yapamadığımız "şey" idi..

Maç başlar ev sahibi takım her biri birbirinden kaliteli ayaklardan cıkan kaliteli paslarla organize ve zaptedilmesi güç hücum girişimlerine başlar. Erkenden gelen 2 farklı skordan sonra rakibin gardı düşer ve maçın 2. yarısında tempo düşürme, sakatlıklardan korunma şansına sahip olur. İşte size mutluluğun tablosu. Oysa hatırlayın ilk yarıdaki Manisa maçını, o kadar yüklenmek zorunda kalmıştık ki uzatma dakikalarında bile 5 pozisyon bulmuştuk. Maçın 93. dakikası ve siz son enerjinizi sahayaa verebilmek için kendinizi parçalamak zorundasınız. İşte Buca maçında seyrettiğimiz Beşiktaş bu dönüşümü yaşamış ve artık istediğini daha kolay alacak, maçı kendi istediği gibi oynayacak bir takım olma hüviyetine bürünmüş olduğnu gösterdi bizlere.

Maçta bireysel değerlendirme yaparsak kötü denilebilecek bir oyuncu yoktu. Bu curcunada takımın hedef santraforu olması sebebiyle Almeidanın gol atamaması insanları biraz rahatsız etmiş anladığım kadarıyla. Ama şunu untmamak lazım bir takımın kazanması için kalecisinin %100 gol pozisyonları kurtarması gerekmediği gibi forvet oyuncusununda gol atması gerekmez. Birde bağzı yorumcuları rahatsız eden bir "bencillik" konu başlığı oluştu. Allahaşkına 3-0 seyreden bir maçta hangi oyuncu kaleciyle karsı karsıya kaldıgında gol atmak yerine arkasını dönüp kim geliyomuş diye bakmayı tercih eder ya da ceza sahasına yandan giren bir Q7 takıma yeni katılmış arkadaşının gol atıp takıma ısınmasını hızlandırmak adına pas tercihlerinde "pozitif ayrımcılık" yapsa ne olur? Geçiniz bu işleri..

Bursa maçında hayran olduğum, Manisa macında aklımı başımdan alan Gutiye yine son noktanın hemen önünde değinmek lazım. Dün anladımki Guti insan değil. Ama ne oldugunu hala çözemedim onuda ilerleyen maçlardan anlarız belki...

13 Ocak 2011 Perşembe

12.01.2011 Manisa2 - BJK3 Ziraat TK

Nefesler tutulmuş tek beklenen Ocak ayında Ümraniye'ye kayan son yıldızları yeşil çimlerde siyah/beyaz formayla ceylan gibi sekerken görmek.. Sabırsızlıktan çıldırıacaktık, öyle ki Antalya kampında Sivassporla yapılan hazırlık maçında ligtv nin haber amaçlı bağlantısında bile arkada karanlıkta oynanmakta olan mactan karelerde belki Simaonun bir çalımını görürüz, belki Almeida Atakanın arkasından gecer diye fondaki maca kitlenmedim dersem yalan olur. Sivas macında birşey göremedik ama görenler, kampı takip edenler yağlayıp ballayıp merakımıza merak kattılar ve kupa maçı geldi çattı. Önce boşanmaya bir türlü razı olmayan aldatılmış kadınlar gibi köşe bucak kacarak sorun yaratan Tabata belası yüzünden korktuk acaba oynayacaklarmı diye. Son güne kadar sinir stress gerilim derken son saniyede yapılan düzenlemelerle 3ün 2sini sahaya sokabilecek hale geldik. Tabi bizde bu süre zarfında gerildik davula döndük. Sadece bizler degil Fenerlisi Gslisi meraktan çıldırıyodu. Son gun son ana kadar acaba yeniler oynayacakmı diye arayan rakip takım taraftarı arkadaslarım oldu. İşte Manisa maçına bu açlık ve merakla eriştik.
Sahadaki 11de ilk olarak beklentilerin dışında olan şey tek önlibero çift forvet görünümlü bir kadro seçimiydi. Yenilere odaklanmış maçı seyrederken dikkat çekici performanslar "eskilerden" ve "eski yeni" lerden gelmeye başladı.
Sivok topla her buluştuğunda öyle güzel şeyler yaptı ki adeta devre arası transferlerimizden birisi gibi takıma katkı yapacağının sinyallerini aldık.
Nobre 38 senedir top oynadığı ülkemizde hic atmadığı şutları atıyor deyim yerindeyse adeta "kıçını yırtıyor"du. Fakat ne yalan söyleyeyim ben bu istekliliğini bu hırsını birde gecen kontrat yenileme evresinde görmüştüm ondan sonrada bidaha hiç birşey görememiştim. Bu sebepten değil Türk pasaportu Kanuninin Brezilyalı Cariyesinden Torunu olsada artık gözümüzü boyamasın ve bu sene kopalım kendisinden.
Aurello ilk geldiğinde nasılsa Türk statüsünde çok cephede oynuyoruz faydası olur diye düşünmüştüm. Ne yalan söyleyeyim Fatih Tekke beni daha çok heyecanlandırmıştı. Fakat dün seyrettiğim Aurello bana yıllar önce fener ortasahasını sırtlayan öyle ki sırtından indirdiginden beri iflah olamamıs o fener ortasahasını sırtlayan adamı hatırlattı. Bildiğimiz sevdiğimiz beğendiğimiz Aurellonun ta kendisi geri gelmişti dün.
Eski yenilerden Hilbert özellikle önünde q7 oldugu anlarda Simpsonun yüklenmelerinde çok zor durumda kaldı ama genel olarak bildiğimiz profesyonelliği ve çalışkanlıgından hiçbirşey kaybetmemiş. Tek fark adam gri, beyazın üstünde siyah görünüyor siyahın üstünde beyaz. Yani bu kadar teknik kapasitesi yüksek bir kadroda çoğu kaliteli ayak kereste görünümü alır ki bu çok normaldir. 5dk önce aynı bölgede Simao adam eksiltip güzel bir pas atıyor, q7 3 kişi icinden cıkıp orta yapıyor peşinden Hilbert gelip klasik kanat oyuncusu edasıyla önünde adam varken orta yapmaya calısınca yavan geliyor.
Cenk sahadaki gercek anlamda Türk olan 3 isimden birisi olarak gayet iyiydi. Yediği 2 goldede hatasızdı diğer yerlilerimizden İsmail 2 pozisyonla aklımda kaldı. Birisi soldan bir bindirmesinde orta yapmak yerine Portekizlilere özenip çalım atma teşebbüsü diğeride kaptanlık pazubandını Nobreye ulaştıramadıgı için kendi koluna takmaya calısması. Toraman standardın ne üstüne cıktı ne altına indi aslında pekte farkedilmedi. Bir libero için bu pekte iyi birşey degil sanırım..
Eski yenilerden bir diğeri q7 taraftar olarak zaman zaman suçluluk duymama sebep olacak bir performans sergiledi. Bazen bireyselliği o kadar abarttıki "acaba aşırı sevgimiz özgüveni aşıp şımarıklığamı kaydırdı bu çocugu" diye bir düşündüm. Top oynamaktan çok keyif aldığı aşikar ama bazı pozisyonlarda az biraz takımla birlikte olsa kendiside cok daha fazla parlayacak sanki bunun farkında değil. 2. yarı 60lı dk larda oyundan alınması gerekiyorudu kendini çok fazla hırpaladı ama sanki Schuster yıldız oyuncusunun moralini bozmamak için müdahale etmedi gibi duruyor.
Yepyenilere gelince.. Çok kaliteli bir futbol ustası Simaomuz oldu. Hani "40 yıllık Beşiktaşlı gibi" klişesi vardır ya işte tam ondan.. Aynı şekilde Almeida hayal kurdugumuzda takımdaki forvetin sahip olmasını istedigimiz özellikleriyle donanmıs gelmiş. Yan toplarda pozisyon alışı, ortalara kafasını sokması değil topa kafa atması -ki bunu çok az oyuncuda görürüz-, ceza sahasına kesilen yuksek topları çok yumusak ve isabetli bir şekilde takım arkadaslarının önüne bırakması... var ya zevkten 18 köşe olcaz gibi duruyor.
Ha birde sahada Guti diye bir şey! vardı. Ne oldugunu anlatmak, yorumlamak benim haddim değil. Sadece MUHTEŞEM diyerek çekiliyorum..
21 Ocağa 8 gün var Buca maçını nasıl bekleyeceğim hakkında ise hiç bir fikrim yok...